Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir limana aşkı bulmaya gitmek… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan rengarenk evleri, daracık sokakları, limanda demirli lüks yatları, minicik meydanı ve tepelerdeki muhteşem köşkleri ile Portofino tam bir rüya ülkesi. Dolce-vita yaşamayı seven dünya jet-set’i de Portofino’dan vazgeçmemekte ısrarlı. Çünkü aşk perisi hala burada ve rüyaları gerçeğe dönüştürüyor.
Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir şehre aşkı bulmaya gitmek… Yıllar önce bir arkadaşım, sevgilisiyle çıktığı İtalya gezisini anlatıyordu; “Cenova’da, kiraladığımız arabayla çevreyi dolaşırken, Portofino yolunu gösteren tabelayı gördük ve hiç düşünmeden o yola dönüverdik!” Çiçekli evler, küçücük bir liman, minik kafeler… Sonrasında neler anlattı hatırlamıyorum. Çünkü bu kadarı bile bana öyle romantik gelmişti ki, eminim kafamın içinde o meşhur Portofino şarkısı çalmaya başladı, ben de bir şarkının rüyasına dalıp gittim… Önce dalgalar vuruyor kıyıya, dalgalara ıslıkla çalınan bir melodi karışıyor… Ardından romantik bir erkek sesi şarkı söylemeye başlıyor; “I founda my love in Portofino…”
Vittorio Paltineri gerçekten aşkı Portofino’da bulmuş muydu bilemeyiz ama, şarkısı da, şarkının doğduğu o küçük İtalyan limanı da aşkın adresi oldu. Ben de yıllarca hayalini kurdum bu aşk limanın. Portofino tabelasını görüp sapacaktık, kıyıya dalgalar vuracaktı, yanımda yürüyen aşk, ıslık çalacaktı… Her ne kadar Portofino’ya girişim böyle romantik olmasa da, aşk o limanda beni bekliyordu… Çünkü şarkıdaki gibi, ben de hala rüyalara inanıyordum…
Cenova’dan aşk limanına
Venedik’in düşsel güzelliği, Roma’nın tarihe yerleşen çok sesli gündelik hayatı, Floransa’nın zenginliği, Napoli’nin renkli insanları, Milano’nun şıklığı, Como Gölü’nün asaleti, Garda Gölü’nün sakin kıyıları, küçük koylar, tipik kasabalar, şarkı söyler gibi konuşan insanlar… Gerçekten de İtalya’nın her yanı bir başka tılsımlı güzelliklerle dolu. Üstelik hepsi de “tipik İtalya” özelliğini yitirmeden, kendi farklılıklarıyla insanı büyüler. İtalya’nın Ligure bölgesindeyiz bu kez. Milano-Cenova arasındaki o iç daraltan tünelleri nihayet arkamızda bırakıyoruz. Cenova her ne kadar karşıdan taş yığını gibi görünse de, sokaklarına dalınca elbette öyle olmadığını görüyorsunuz. Ne de olsa italya’dasınız, tarihte önemli bir yer edinmiş olan bir liman şehrinde. Yine daracık sokaklar, yine denize bakan pencerelerde rengarenk rüzgar gülleri, yine güleryüzlü insanlar… Limandaki kocaman tekneler, zaten bir yolculukta olduğunuzu unutturup, uzun deniz yolculuklarına çıkma hissi uyandırıyor. Ara sokakları dolaşırken, bir mahalle pazarının içine düşüyoruz. Tezgahlarda pırıl pırıl meyveler, taze sebzeler, otlar, deniz ürünleri, peynirler… Bu kez de turist olduğunu unutup, filesini bütün bu tatlarla doldurmak, evine gidip sebzeli lazanyalar, kum midyeli spagettiler yapmak istiyor insan. Hem de şöyle bol sarımsaklı, fesleğenli falan…. Bütün bunlar bir yana, eğer günün birinde yolunuz Cenova’ya düşerse, Limandaki büyük Deniz ve Doğa Müzesi’ni mutlaka gezin. Köpek balıklarından dev su kaplumbağlarına, kırmızı kanatlı melek balıklarından vatozlara, orfozlardan lapinalara kadar Akdeniz’in binlerce çeşit balığı bu müzede. Yemin ediyorum, burada da Kaptan Coustoeu’ya özenip, Akdeniz’in mavi derinliklerini keşfetme hissiyle dolacaksınız…
Gün batımına yakın saatlerde, Cenova’daki anılarımızı yanımıza alıp, aşkın limanına doğru yeniden yola koyuluyoruz.
Bir şarkının peşinde
Yamaçlı yollardan döne kıvrıla gidiyoruz. Masmavi bir gökyüzü, masmavi deniz, denize inen yemyeşil ormanlar, renkli boyalı evleriyle şirin kasabalar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Büyük yol tabelalarında Portofino yazısını görünce, herkes gibi farkına bile varmadan dünyanın en meşhur aşk şarkısını mırıldanmaya başlıyorum. Ne tuhaf değil mi! İnsan bazı yerleri görmeden bile çok sevebiliyor. Hiç küçümsemeyin şarkıları, baksanıza bir şarkı nelere kadir! Gözümde canlandırmaya çalışıyorum o günleri. Yıl 1959. Portofino, Cenova yakınlarında küçük, şirin bir balıkçı köyü. Adını bile bilen çok az. Ama o yıl bir mucize oluyor ve bir adam sahneye çıkıp bir şarkı söylemeye başlıyor. Bir anda dünyanın gözü bu şirin balıkçı köyüne çevriliyor… Aslında Liguria kıyılarının boydan boya üstüne şiirler, şarkılar yazılacak güzellikle olduğunu görüyorsunuz. Camogli, Santa Margherita, San Fruttuosa’nın dantel gibi işlenmiş sahilleri de pekala bir şarkıyla meşhur olabilirmiş ama belli ki aşk perisi Portofino’yu mesken tutmuş.
Gün batmak üzereyken Santa Margherita’ya giriyoruz. Evlerin pencerelerinden çiçekler sarkan, küçük, sakin ve bir o kadar da sizi içine alan küçük bir Cenova şehri burası. Margaritadan olsa gerek, adı bende ferahlık veren ama öte yandan içten ateşleyen, şık kadehlerde sunulan nefis bir içki içme hissi uyandırdı hemen. Harika bir otele yerleşiyoruz. Burada kalacağız, çünkü Portofino’da oteller az ve hiç yer yokmuş. Zaten iki koy arası, balıkçı motorlarıyla beş, yürüyerek giderseniz 20 dakika. Üstelik Grand Hotel Miramare gördüğüm en güzel otellerden biri. (Tel: +39. 185-287-013) Yüzyıllık geçmişinin asaleti ve vakurluğu ile denizi seyrediyor. Bakımlı bahçesi, oymalı demir balkonları, mavi boyalı ahşap panjurları ile konuklarını eski günlerin şıklığına ve zarefetine davet ediyor. Odamın balkon kapısını açıyorum, karşımda, ufukta birleşmiş denizle gökyüzü. Maviliğin tam ortasındayım, sanki denizle gökyüzü arasında asılı kalmışım. Yalnızca bana olmuyor biliyorum, böyle yerlerde, günlük hayatın içinde yaşadığımız bütün o telaşlar, panikler, sorunlar çok anlamsız geliyor ve her seferinde hayatımı yeniden kurmaya karar veriyorum. Bu kez de İtalya’daki şirin bir sahil kasabasının ritminde yaşamaya karar veriyorum. “Bunu uygulamaya hemen geçebilirim” diyorum kendime. Sahilde yürüyüş yapan bu şık ve sakin insanların arasına karışarak, hemen, şimdi!.. Kafelere, restoranlara yemeğe giden insanlardan biriyim. Algılarımı açıp doğayla ve kentle uyuma geçiyorum. Kıyının hemen ardında yemyeşil tepeler uzanıyor. Tepelerde mavi, yeşil, gül kurusu, vişne rengi köşkler kuş yuvası gibi kurulmuşlar. Palmiyeli yollardan, rengarenk çiçekli parklardan geçerek çıkılıyor bu köşklere. İskeledeki motorcu Portofino’ya gidecek yolcuları bindiriyor teknesine. Umarım aşk orada onları bekliyordur. Benim randevum yarına. Hemen öyle, apar topar girmek olur mu hiç, yıllarca hayalini kurduğum o aşk limanına. Ömrümden bir günü daha bir şarkıya, kendi hayatımın filmine dönüştürmek için bir gece daha hazırlık yapmak istiyorum. Deniz kenarında, bir kadeh içkiyle karşılamak bu akşamı, bir kadeh martini mesela. Sonra nefis bir yemek yemek, bol fesleğen soslu, karidesli. Belki bir barda, şarkı gibi konuşan insanların arkadaşlığında geceyi biraz daha uzatmak, bir grappa daha içmek, bir tane daha… Belki biryantinli saçlı, çapkın gülüşlü bir İtalyan göz kırpar bana, mahçup gülümserim. Sonra gömülmek pirinç karyolanın bembeyaz çarşafları arasına. Kimbilir, belki gerçek zannedeceğim bir rüya bile görürüm. Dedim ya, ben o meşhur şarkının ikinci mısrasındaki gibi, rüyalara hala inanıyorum.
Doğayla denizin aşkı
Tahmin ettiğiniz gibi, bir yere giderken yolu uzatmakta üstüme yoktur. Balıkçı motorlarıyla gidenler beş dakika sonra Portofino’dalar. Ama ben sahilden, yamaç yollardan yürüyeceğim. Nedir ki, alt tarafı beş km’lik bir yol. Bir yanım yüksek tepe, bir yanım deniz. Denizin beyaz köpükleriyle şıkırdayan çakıl taşlarının sesi ruhuma terapi gibi geliyor. Güne erken başlayan birkaç kişiyiz sanki. İki sevgili önümde elele yürüyor, çakıllı kıyıda bir adam köpeği ile oynuyor, yaşlı bir adam öylece durmuş, sanırsınız ki denizden gelecek birini bekliyor. Bir hayalime daha doğru giderken, yeniden fark ediyorum ki, varmak değil, aslolan yolun kendisi. Yolun bize yaşattıkları. Tıpkı hayat gibi!.. Yeşilin dinginliği, çiçeklerin çarpıcı renkleri arasında kıvrılarak giden bu yolda insan başka ne düşünebilir ki zaten. Devasa demir kapıların ardındaki o muhteşem malikaneler aklınızı çelmiyor değil ama, neyse ki içinizde çalan şarkı zenginlik düşlerine pirim verdirmeyecek kadar romantik. Her adımınızda renkler daha da canlanıyor, evlerin ve sokakların süsleri gözünüzü de, gönlünüzü de okşuyor. 60’lı yıllarda geçen filmler geliyor gözümün önüne. Hani vardır ya, Akdeniz Riviera’sında bir tatil kasabası, kocaman gözlükler, üstü açık arabalar, saçlarda şifon eşarplar, mini şortlar, bisikletler, güzel kızlar, zengin ve yakışıklı erkekler… Kendimi böyle bir filmin içinde buluyorum birden. İşte sonunda Portofino’dayım. Daracık Via Roma sokağı limana iniyor. Minicik dükkanlar sıra sıra. Hediyelikçiler, pastaneler, şık butikler, çiçekçiler, sanat galerileri… Fırından yeni çıkmış zeytinli focaccia kokusu iştahımı açıyor. Portofino limanı Ortaköy sahili kadar küçük bir yer. Ama kıyıdaki yatlar burada zenginlik ve ihtişam içinde hayatlar yaşandığını kanıtlıyor. Kıyıdaki kafelerden birine oturup, bir yorgunluk kahvesi söylüyorum kendime. Arkamda, renkli boyalı evler yan yana dizilmiş. Evlerin arasından yukarıya doğru tırmanan daracık yollar çıkıyor. Pek çoğunun alt katı kafe, restoran, galeri olmuş. Karşımda masmavi deniz ve yemyeşil ağaçlar. Anlatılanlara göre Portofino adını Romalılar’dan almış. Yunuslar limanı anlamına gelen Portus Delphini, zamanla Portofino olmuş.
Dünya jet-set’i burada
Eskiden yunusların taklalar attığı limanda şimdi zengin ve gösterişli yatlar demirli. Kahvemi getiren yaşlı garson kimlere hizmet etmemiş ki, Jacquise Onassis, Brigitte Bardot, Humprey Bogart, Grace Kelly, Madonna, Cindy Crawford, Antonio Banderas, daha pek çok ünlü politikacılar, liderler, zenginler… Bu küçük kasaba 50’li ve 60’lı yıllarda dünya jet-set’inin en gözde merkeziymiş. Zaten dolce vita duygusu hala her yandan kuşatıyor insanı. Bu İtalyanlar ayaküstü insana ne kadar çok şey anlatıyorlar. Ağaçların arasına kurulmuş görkemli bina San Giorgio Kilisesi’ymiş ve akşam saatlerine kadar ziyaretçilere açıkmış. Karşıda görünen patika da San Fruttuosa’ya gidiyormuş. Dik yamaçların arasına gizlenen o küçük koyda her şey ilahi bir güzellikteymiş. Hatta Portofinolu yaşlı balıkçılar, bu koyda ağzından alevler çıkan bir ejdarha bile görmüşler çok eskiden!.. Aziz Fruttuosa adına kurulan manastırın geçmişi M.S. 5. yy’a kadar dayanıyormuş, görmek lazımmış mutlaka, hele plajı, dillere destanmış. Adını soruyorum, uzatarak ve bastırarak Gianni diyor, ben adımı söyleyince, “Bellisima sinyorita” diyerek elimi öpüyor. Ah bu İtalyan erkekleri, kaç yaşlarına gelirlerse gelsinler, kadınlara kendilerini çok özel ve çok güzel hissettirmeyi biliyorlar.
Aşk perisi yanınızda
Bir kahve daha getiriyor Gianni, yanında da şam fıstıklı bir kek ikram ediyor. Sonra yine hızlı hızlı anlatmaya devam ediyor. Ropollo köyü buraya on dakika uzaktaymış ve Ava Gardner’ı efsaneye dönüştüren Çıplak Ayaklı Kontes filmi 1954 yılında burada çekilmiş. Orası hala o filmdeki gibiymiş, üstelik oteller de çok daha ucuzmuş. Ava Gardner’ın güzelliğini anlata anlata bitiremiyor. Ah neymiş o günler!.. Yan masaya yakışıklı bir İtalyan oturuyor. Gianni bana muzipçe göz kırpıyor ve kulağıma eğilip; “Aşk her an yanında olabilir, burası Portofino” diyor. Bir sigara, çakmakla sigarayı yakan esmer bir erkek eli, çapkın bir gülümseme ve… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan, rengarenk evlerin sıralandığı bir rüya ülkesi burası. Her şey zaman kavramının olmadığı rüyalardaki gibi usulca yaşanıyor burada. Düşünsenize, bir güne kocaman bir aşk filmi sığıyor. Tepelere yapılan yürüyüşler, yükseklerden seyredilen deniz manzaraları, meydandaki San Martino Kilisesi’nde yakılan mumlar, alınan küçük hediyelikler, tekneyle başka koyları gezmeler, bakışmalar, gülüşmeler… Tepedeki Splendido Otel’in güzelliği zaten dillere destan. Burası Madonna’dan Mick Jagger’a dünyaca ünlü yıldızların vazgeçilmez mekanıymış. İnternetten www.hotelsplendido.com adresine girip mutlaka görmelisiniz güzelliğini. İsterseniz rezervasyon da yaptırabiliyorsunuz. Çiçekli bahçelerinden geçip terasına çıktığınızda bütün Portofino ayaklarınızın altında. Güneşin limandan süzülerek batışını seyretmek ömre bedel. Sonra hava kararıyor, mumlar yanıyor, müzikle birlikte birbirinden şık kadınlar ve erkekler akşam yemeğine başlıyor. Yalnızca bu otelde değil, Portofino ve Santa Margherite’deki restoranların yemekleri inanın ki aklınızı başınızdan alacak. Pesto soslu trofiette Liguria bölgesinin başlangıç yemeği. Bir nevi, fesleğen soslu ev yapımı makarna. Hangi birini söylesem ki, fırında balıkla yanında verilen çam fıstıklı ve zeytinli patates, trenette al pesto, yani fesleğen, çam fıstığı, permesan peyrini ve sarımsak soslu makarna, peynir soslu patlıcan, jumbo karidesler, levrek buğlamalar, kum midyeli pizzalar… Tabii yanında da nefis İtalyan şarapları… Zaten restoranların önünden geçerken bile zeytinyağına karışmış sarımsak ve fesleğen kokusu insanın iştahını öyle bir açıyor ki, hepsini yiyebilirim gibi geliyor. Restoranlar da öyle neşeli guruplarla dolu ki. Masalarda her dilden konuşmalar, gülüşmeler… Napoliten şarkılar taşıyor restoranlardan, kadehler kalkıyor, aşk perisi hala Portofino sokaklarında dolaşıyor…
Bir gece yarısı rüyasında Portofino’dayım, aşkın limanında. Ay çoktan battı, gökyüzünde tek bir yıldız yok. Havada bahara karışmış yağmur serinliği. Balıkçı sandallarına dayanmış, dalgaların sesini dinliyorum. Elimde bir kadeh şampanya. İnanmayacaksınız ama, meydandaki barın piyanisti, “I found my love in Portofino” şarkısını söylüyor… Bir yağmur damlası düşüyor burnumun ucuna, bir damla da elimdeki kadehin içine… Kısık bir erkek sesi kulağıma fısıldıyor; “Rüyalara inanıyor musun?”
21.06.2004