Aşkın Limanı: Portofino – İtalya

Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir limana aşkı bulmaya gitmek… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan rengarenk evleri, daracık sokakları, limanda demirli lüks yatları, minicik meydanı ve tepelerdeki muhteşem köşkleri ile Portofino tam bir rüya ülkesi. Dolce-vita yaşamayı seven dünya jet-set’i de Portofino’dan vazgeçmemekte ısrarlı. Çünkü aşk perisi hala burada ve rüyaları gerçeğe dönüştürüyor.

Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir şehre aşkı bulmaya gitmek… Yıllar önce bir arkadaşım, sevgilisiyle çıktığı İtalya gezisini anlatıyordu; “Cenova’da, kiraladığımız arabayla çevreyi dolaşırken, Portofino yolunu gösteren tabelayı gördük ve hiç düşünmeden o yola dönüverdik!” Çiçekli evler, küçücük bir liman, minik kafeler… Sonrasında neler anlattı hatırlamıyorum. Çünkü bu kadarı bile bana öyle romantik gelmişti ki, eminim kafamın içinde o meşhur Portofino şarkısı çalmaya başladı, ben de bir şarkının rüyasına dalıp gittim… Önce dalgalar vuruyor kıyıya, dalgalara ıslıkla çalınan bir melodi karışıyor… Ardından romantik bir erkek sesi şarkı söylemeye başlıyor; “I founda my love in Portofino…”
Vittorio Paltineri gerçekten aşkı Portofino’da bulmuş muydu bilemeyiz ama, şarkısı da, şarkının doğduğu o küçük İtalyan limanı da aşkın adresi oldu. Ben de yıllarca hayalini kurdum bu aşk limanın. Portofino tabelasını görüp sapacaktık, kıyıya dalgalar vuracaktı, yanımda yürüyen aşk, ıslık çalacaktı… Her ne kadar Portofino’ya girişim böyle romantik olmasa da, aşk o limanda beni bekliyordu… Çünkü şarkıdaki gibi, ben de hala rüyalara inanıyordum…

Cenova’dan aşk limanına

Venedik’in düşsel güzelliği, Roma’nın tarihe yerleşen çok sesli gündelik hayatı, Floransa’nın zenginliği, Napoli’nin renkli insanları, Milano’nun şıklığı, Como Gölü’nün asaleti, Garda Gölü’nün sakin kıyıları, küçük koylar, tipik kasabalar, şarkı söyler gibi konuşan insanlar… Gerçekten de İtalya’nın her yanı bir başka tılsımlı güzelliklerle dolu. Üstelik hepsi de “tipik İtalya” özelliğini yitirmeden, kendi farklılıklarıyla insanı büyüler. İtalya’nın Ligure bölgesindeyiz bu kez. Milano-Cenova arasındaki o iç daraltan tünelleri nihayet arkamızda bırakıyoruz. Cenova her ne kadar karşıdan taş yığını gibi görünse de, sokaklarına dalınca elbette öyle olmadığını görüyorsunuz. Ne de olsa italya’dasınız, tarihte önemli bir yer edinmiş olan bir liman şehrinde. Yine daracık sokaklar, yine denize bakan pencerelerde rengarenk rüzgar gülleri, yine güleryüzlü insanlar… Limandaki kocaman tekneler, zaten bir yolculukta olduğunuzu unutturup, uzun deniz yolculuklarına çıkma hissi uyandırıyor. Ara sokakları dolaşırken, bir mahalle pazarının içine düşüyoruz. Tezgahlarda pırıl pırıl meyveler, taze sebzeler, otlar, deniz ürünleri, peynirler… Bu kez de turist olduğunu unutup, filesini bütün bu tatlarla doldurmak, evine gidip sebzeli lazanyalar, kum midyeli spagettiler yapmak istiyor insan. Hem de şöyle bol sarımsaklı, fesleğenli falan…. Bütün bunlar bir yana, eğer günün birinde yolunuz Cenova’ya düşerse, Limandaki büyük Deniz ve Doğa Müzesi’ni mutlaka gezin. Köpek balıklarından dev su kaplumbağlarına, kırmızı kanatlı melek balıklarından vatozlara, orfozlardan lapinalara kadar Akdeniz’in binlerce çeşit balığı bu müzede. Yemin ediyorum, burada da Kaptan Coustoeu’ya özenip, Akdeniz’in mavi derinliklerini keşfetme hissiyle dolacaksınız…
Gün batımına yakın saatlerde, Cenova’daki anılarımızı yanımıza alıp, aşkın limanına doğru yeniden yola koyuluyoruz.

Bir şarkının peşinde

Yamaçlı yollardan döne kıvrıla gidiyoruz. Masmavi bir gökyüzü, masmavi deniz, denize inen yemyeşil ormanlar, renkli boyalı evleriyle şirin kasabalar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Büyük yol tabelalarında Portofino yazısını görünce, herkes gibi farkına bile varmadan dünyanın en meşhur aşk şarkısını mırıldanmaya başlıyorum. Ne tuhaf değil mi! İnsan bazı yerleri görmeden bile çok sevebiliyor. Hiç küçümsemeyin şarkıları, baksanıza bir şarkı nelere kadir! Gözümde canlandırmaya çalışıyorum o günleri. Yıl 1959. Portofino, Cenova yakınlarında küçük, şirin bir balıkçı köyü. Adını bile bilen çok az. Ama o yıl bir mucize oluyor ve bir adam sahneye çıkıp bir şarkı söylemeye başlıyor. Bir anda dünyanın gözü bu şirin balıkçı köyüne çevriliyor… Aslında Liguria kıyılarının boydan boya üstüne şiirler, şarkılar yazılacak güzellikle olduğunu görüyorsunuz. Camogli, Santa Margherita, San Fruttuosa’nın dantel gibi işlenmiş sahilleri de pekala bir şarkıyla meşhur olabilirmiş ama belli ki aşk perisi Portofino’yu mesken tutmuş.
Gün batmak üzereyken Santa Margherita’ya giriyoruz. Evlerin pencerelerinden çiçekler sarkan, küçük, sakin ve bir o kadar da sizi içine alan küçük bir Cenova şehri burası. Margaritadan olsa gerek, adı bende ferahlık veren ama öte yandan içten ateşleyen, şık kadehlerde sunulan nefis bir içki içme hissi uyandırdı hemen. Harika bir otele yerleşiyoruz. Burada kalacağız, çünkü Portofino’da oteller az ve hiç yer yokmuş. Zaten iki koy arası, balıkçı motorlarıyla beş, yürüyerek giderseniz 20 dakika. Üstelik Grand Hotel Miramare gördüğüm en güzel otellerden biri. (Tel: +39. 185-287-013) Yüzyıllık geçmişinin asaleti ve vakurluğu ile denizi seyrediyor. Bakımlı bahçesi, oymalı demir balkonları, mavi boyalı ahşap panjurları ile konuklarını eski günlerin şıklığına ve zarefetine davet ediyor. Odamın balkon kapısını açıyorum, karşımda, ufukta birleşmiş denizle gökyüzü. Maviliğin tam ortasındayım, sanki denizle gökyüzü arasında asılı kalmışım. Yalnızca bana olmuyor biliyorum, böyle yerlerde, günlük hayatın içinde yaşadığımız bütün o telaşlar, panikler, sorunlar çok anlamsız geliyor ve her seferinde hayatımı yeniden kurmaya karar veriyorum. Bu kez de İtalya’daki şirin bir sahil kasabasının ritminde yaşamaya karar veriyorum. “Bunu uygulamaya hemen geçebilirim” diyorum kendime. Sahilde yürüyüş yapan bu şık ve sakin insanların arasına karışarak, hemen, şimdi!.. Kafelere, restoranlara yemeğe giden insanlardan biriyim. Algılarımı açıp doğayla ve kentle uyuma geçiyorum. Kıyının hemen ardında yemyeşil tepeler uzanıyor. Tepelerde mavi, yeşil, gül kurusu, vişne rengi köşkler kuş yuvası gibi kurulmuşlar. Palmiyeli yollardan, rengarenk çiçekli parklardan geçerek çıkılıyor bu köşklere. İskeledeki motorcu Portofino’ya gidecek yolcuları bindiriyor teknesine. Umarım aşk orada onları bekliyordur. Benim randevum yarına. Hemen öyle, apar topar girmek olur mu hiç, yıllarca hayalini kurduğum o aşk limanına. Ömrümden bir günü daha bir şarkıya, kendi hayatımın filmine dönüştürmek için bir gece daha hazırlık yapmak istiyorum. Deniz kenarında, bir kadeh içkiyle karşılamak bu akşamı, bir kadeh martini mesela. Sonra nefis bir yemek yemek, bol fesleğen soslu, karidesli. Belki bir barda, şarkı gibi konuşan insanların arkadaşlığında geceyi biraz daha uzatmak, bir grappa daha içmek, bir tane daha… Belki biryantinli saçlı, çapkın gülüşlü bir İtalyan göz kırpar bana, mahçup gülümserim. Sonra gömülmek pirinç karyolanın bembeyaz çarşafları arasına. Kimbilir, belki gerçek zannedeceğim bir rüya bile görürüm. Dedim ya, ben o meşhur şarkının ikinci mısrasındaki gibi, rüyalara hala inanıyorum.

Doğayla denizin aşkı

Tahmin ettiğiniz gibi, bir yere giderken yolu uzatmakta üstüme yoktur. Balıkçı motorlarıyla gidenler beş dakika sonra Portofino’dalar. Ama ben sahilden, yamaç yollardan yürüyeceğim. Nedir ki, alt tarafı beş km’lik bir yol. Bir yanım yüksek tepe, bir yanım deniz. Denizin beyaz köpükleriyle şıkırdayan çakıl taşlarının sesi ruhuma terapi gibi geliyor. Güne erken başlayan birkaç kişiyiz sanki. İki sevgili önümde elele yürüyor, çakıllı kıyıda bir adam köpeği ile oynuyor, yaşlı bir adam öylece durmuş, sanırsınız ki denizden gelecek birini bekliyor. Bir hayalime daha doğru giderken, yeniden fark ediyorum ki, varmak değil, aslolan yolun kendisi. Yolun bize yaşattıkları. Tıpkı hayat gibi!.. Yeşilin dinginliği, çiçeklerin çarpıcı renkleri arasında kıvrılarak giden bu yolda insan başka ne düşünebilir ki zaten. Devasa demir kapıların ardındaki o muhteşem malikaneler aklınızı çelmiyor değil ama, neyse ki içinizde çalan şarkı zenginlik düşlerine pirim verdirmeyecek kadar romantik. Her adımınızda renkler daha da canlanıyor, evlerin ve sokakların süsleri gözünüzü de, gönlünüzü de okşuyor. 60’lı yıllarda geçen filmler geliyor gözümün önüne. Hani vardır ya, Akdeniz Riviera’sında bir tatil kasabası, kocaman gözlükler, üstü açık arabalar, saçlarda şifon eşarplar, mini şortlar, bisikletler, güzel kızlar, zengin ve yakışıklı erkekler… Kendimi böyle bir filmin içinde buluyorum birden. İşte sonunda Portofino’dayım. Daracık Via Roma sokağı limana iniyor. Minicik dükkanlar sıra sıra. Hediyelikçiler, pastaneler, şık butikler, çiçekçiler, sanat galerileri… Fırından yeni çıkmış zeytinli focaccia kokusu iştahımı açıyor. Portofino limanı Ortaköy sahili kadar küçük bir yer. Ama kıyıdaki yatlar burada zenginlik ve ihtişam içinde hayatlar yaşandığını kanıtlıyor. Kıyıdaki kafelerden birine oturup, bir yorgunluk kahvesi söylüyorum kendime. Arkamda, renkli boyalı evler yan yana dizilmiş. Evlerin arasından yukarıya doğru tırmanan daracık yollar çıkıyor. Pek çoğunun alt katı kafe, restoran, galeri olmuş. Karşımda masmavi deniz ve yemyeşil ağaçlar. Anlatılanlara göre Portofino adını Romalılar’dan almış. Yunuslar limanı anlamına gelen Portus Delphini, zamanla Portofino olmuş.

Dünya jet-set’i burada

Eskiden yunusların taklalar attığı limanda şimdi zengin ve gösterişli yatlar demirli. Kahvemi getiren yaşlı garson kimlere hizmet etmemiş ki, Jacquise Onassis, Brigitte Bardot, Humprey Bogart, Grace Kelly, Madonna, Cindy Crawford, Antonio Banderas, daha pek çok ünlü politikacılar, liderler, zenginler… Bu küçük kasaba 50’li ve 60’lı yıllarda dünya jet-set’inin en gözde merkeziymiş. Zaten dolce vita duygusu hala her yandan kuşatıyor insanı. Bu İtalyanlar ayaküstü insana ne kadar çok şey anlatıyorlar. Ağaçların arasına kurulmuş görkemli bina San Giorgio Kilisesi’ymiş ve akşam saatlerine kadar ziyaretçilere açıkmış. Karşıda görünen patika da San Fruttuosa’ya gidiyormuş. Dik yamaçların arasına gizlenen o küçük koyda her şey ilahi bir güzellikteymiş. Hatta Portofinolu yaşlı balıkçılar, bu koyda ağzından alevler çıkan bir ejdarha bile görmüşler çok eskiden!.. Aziz Fruttuosa adına kurulan manastırın geçmişi M.S. 5. yy’a kadar dayanıyormuş, görmek lazımmış mutlaka, hele plajı, dillere destanmış. Adını soruyorum, uzatarak ve bastırarak Gianni diyor, ben adımı söyleyince, “Bellisima sinyorita” diyerek elimi öpüyor. Ah bu İtalyan erkekleri, kaç yaşlarına gelirlerse gelsinler, kadınlara kendilerini çok özel ve çok güzel hissettirmeyi biliyorlar.

Aşk perisi yanınızda

Bir kahve daha getiriyor Gianni, yanında da şam fıstıklı bir kek ikram ediyor. Sonra yine hızlı hızlı anlatmaya devam ediyor. Ropollo köyü buraya on dakika uzaktaymış ve Ava Gardner’ı efsaneye dönüştüren Çıplak Ayaklı Kontes filmi 1954 yılında burada çekilmiş. Orası hala o filmdeki gibiymiş, üstelik oteller de çok daha ucuzmuş. Ava Gardner’ın güzelliğini anlata anlata bitiremiyor. Ah neymiş o günler!.. Yan masaya yakışıklı bir İtalyan oturuyor. Gianni bana muzipçe göz kırpıyor ve kulağıma eğilip; “Aşk her an yanında olabilir, burası Portofino” diyor. Bir sigara, çakmakla sigarayı yakan esmer bir erkek eli, çapkın bir gülümseme ve… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan, rengarenk evlerin sıralandığı bir rüya ülkesi burası. Her şey zaman kavramının olmadığı rüyalardaki gibi usulca yaşanıyor burada. Düşünsenize, bir güne kocaman bir aşk filmi sığıyor. Tepelere yapılan yürüyüşler, yükseklerden seyredilen deniz manzaraları, meydandaki San Martino Kilisesi’nde yakılan mumlar, alınan küçük hediyelikler, tekneyle başka koyları gezmeler, bakışmalar, gülüşmeler… Tepedeki Splendido Otel’in güzelliği zaten dillere destan. Burası Madonna’dan Mick Jagger’a dünyaca ünlü yıldızların vazgeçilmez mekanıymış. İnternetten www.hotelsplendido.com adresine girip mutlaka görmelisiniz güzelliğini. İsterseniz rezervasyon da yaptırabiliyorsunuz. Çiçekli bahçelerinden geçip terasına çıktığınızda bütün Portofino ayaklarınızın altında. Güneşin limandan süzülerek batışını seyretmek ömre bedel. Sonra hava kararıyor, mumlar yanıyor, müzikle birlikte birbirinden şık kadınlar ve erkekler akşam yemeğine başlıyor. Yalnızca bu otelde değil, Portofino ve Santa Margherite’deki restoranların yemekleri inanın ki aklınızı başınızdan alacak. Pesto soslu trofiette Liguria bölgesinin başlangıç yemeği. Bir nevi, fesleğen soslu ev yapımı makarna. Hangi birini söylesem ki, fırında balıkla yanında verilen çam fıstıklı ve zeytinli patates, trenette al pesto, yani fesleğen, çam fıstığı, permesan peyrini ve sarımsak soslu makarna, peynir soslu patlıcan, jumbo karidesler, levrek buğlamalar, kum midyeli pizzalar… Tabii yanında da nefis İtalyan şarapları… Zaten restoranların önünden geçerken bile zeytinyağına karışmış sarımsak ve fesleğen kokusu insanın iştahını öyle bir açıyor ki, hepsini yiyebilirim gibi geliyor. Restoranlar da öyle neşeli guruplarla dolu ki. Masalarda her dilden konuşmalar, gülüşmeler… Napoliten şarkılar taşıyor restoranlardan, kadehler kalkıyor, aşk perisi hala Portofino sokaklarında dolaşıyor…
Bir gece yarısı rüyasında Portofino’dayım, aşkın limanında. Ay çoktan battı, gökyüzünde tek bir yıldız yok. Havada bahara karışmış yağmur serinliği. Balıkçı sandallarına dayanmış, dalgaların sesini dinliyorum. Elimde bir kadeh şampanya. İnanmayacaksınız ama, meydandaki barın piyanisti, “I found my love in Portofino” şarkısını söylüyor… Bir yağmur damlası düşüyor burnumun ucuna, bir damla da elimdeki kadehin içine… Kısık bir erkek sesi kulağıma fısıldıyor; “Rüyalara inanıyor musun?”

21.06.2004

İtalya – İtalya

Romantizm kokar Italya.. Venedik, Roma, Milano, Torino, Floransa….Her kosesi tarih kokar, her kosesi degisik bir cazibedir Italya`nin….

Ozellikle Milano sokaklari beni cok etkiler Italya`da. Eski binalar olmasina ragmen halen daha mukemmel bir sekilde kullanimdadir evler, insana Beyoglu`nun icler acisi durumu gelir orada. Bakimli olunca demek ki tarihi eserler bozulmuyor. Hele Torino, orasi bir baska cazibelidir. Sokaklarinda insan yuzyil oncesine gidiverir farkinda olmadan.

Italya`da sokaklara tasan cafelerde cappuccino icme zevkini yasayin giderseniz.

Birkac sene evvel Italya turuna gitmistik. Roma,Floransa, Venedik turu idi bu . Ilk duragimiz Roma idi ve her yer eski Roma imparatorlugundan kalma binalarla doluydu. Ardindan Floransa`ya gectik ve orasi biraz daha sevimli geldi nedense. Hele o kopru uzerindeki kucuk dukkanlar harikaydi. Ardindan Venedik tabii ki. Venedik bir harikadir. Insani oldukca etkiler. Gondol sefasi bir baskadir..bu arada bir tavsiye..gondolcular iyi kazikcidirlar, fiyatlara kesin itiraz edin..ve gerekirse birkac kisi beraber kiralayin. 100 dolarlardan bahsederler cunku saatine..

Venedik`te yasam pahalidir. Insanlar rutubetten rahatsiz olduklari ve neredeyse yasayanlarin cogu romatizma hastasi oldugu icin baska yerlere gocetmislerdir. binalarda rutubetten duvarlarin sivalari dokulmektedir. Peki nedir Venedigin hikayesi? Neden sular uzerinde kurulmustur bu sehir? Tarihine baktigimizda bir donem saldirilardan bikan halk careyi denizin uzerine kaziklar cakip sehir kurarak kurtulmaya calismislar. Daha sonralari da denizcilikte epey ilerlemis ve bir donem Osmanli donanmasinin korkulu ruyasi olmuslar ve tarihimizde Venedik Sovalyeleri olarak taninmislardir. Hatta bugunku Galata Kulesi Galata ve Venedikliler tarafindan 1453 yilinda Osmanlilar`a verilmistir.

Ilginc bir not daha soyleyeyim, gecen senelerde Italya`nin guneyinde bir kasabada Osmanli kalintilari bulunmus, ve 15. yuzyilda buraya cikan Turk donanmasi leventlerinin burada bir muddet yasadigi ve burada kalip oldukleri ortaya cikti. Adini hatirlayamiyorum tam olarak o kasabanin su anda ama ilginc gelmisti.

Venedik`te San Marco meydaninda bronzdan at heykellerini goreceksiniz. Bunlar hacli seferleri sirasinda Istanbul`dan calinan at heykelleridir. Haclilarin kendi dininden olan Bizanslilara bile yaptiklarini bilmeyeniniz yoktur..ibret icin bu heykelleri gezmenizde fayda var.

Venedik`teki binalarda BIzans, Gotik ve Ronesans stilleri dikkat cekmekte.Sehir toplam 100 adacik uzerinde kurulmus ve dunyanin en ilgi ceken sehirleri arasinda sayilmakta.

Italya bir turist ulkesi oldugu icin insanlar bunu cok iyi kullanmaktalar.gelen turistlere yuksek fiyatla urunlerini satma derdinde saticilar. yarim litre suyu turistik bolgede 2000 lirete alirken, markette 1,5 litresini 1500 lirete alirsiniz. Kazikcilikta Italya cok unludur Avrupa`da. Gelip bizim saticilara bosuna kizmasinlar Italyan kardeslerimiz, cunku onlar bizim cok ilerimizdeler…

Italya`da hirsizlar epey unludur bilirsiniz. Daima dikkatli olmalisiniz sokaklarda. Araba kiraladiysaniz emin yerlere birakin, icinde canta birakmayin. Sokaklarda cuzdaniniza dikkat edin. Bizim basimiza da bu tip bir olay gelmisti bir keresinde. Yanimizdaki arkadasin cebindeki cuzdan aninda yokolmustu. Diger bir arkadasin da saati calinmisti..benden soylemesi..dikkat edin…

Milano`ya yolunuz duserse eger Duomo kilisesine gidin. Oldukca eski 13. yuzyilda baslanmiz yapimina ve cesitli zamanlarda restore edilmis, tam tepesinde som altindan bir Isa figuru var.aksamlari isiklandiriliyor. cok guzel bir goruntusu oluyor. Icerde ise gunah cikarma odaciklari ilginc gelecektir size de.

Vittorio Emanuel Pasaji ise hemen Duomo yaninda ve cok degisik bir mimarisi ile dikkat cekiyor. icerde cesitli restoranlar, cafeler mevcut. dinlenmek icin ideal bir yer.Milano metrosu cok iyi ve gideceginiz yere en ucuz ulasim bu yolla olacaktir.

Italya`nin kuzey kesimi Alpler ile cevrili ve manzarasi harikadir. Ozellikle kisin karli daglarin manzarasi mukemmel bir goruntu olusturmaktadir.

Italya ve zeytinyagi tabii ki ayrilmaz birer ikilidir.Neredeyse her yemekte kullanilan o zeytinyagi yemeklere mukemmel bir lezzet katmakta..En begendigim ozellik ise, her yemek , her salata once masaya konur, sonra garson alir eline zeytinyagini ve bir guzel gezdirir yemegin uzerinde..O goruntu bile insanin istahini acmaya yeter de artar bile. Italyanlarin bir de Pepperoncino`su vardir, bizim aci biber misali ama farkli bir aci..Insana yedikce zevk veren bir acidir..aci sevenlerin denemesi tavsiye edilir. Bir de peperoncinoyu zeytinyaginda bir muddet bekletirseniz, et yemeklerine mukemmel bir sos olarak kullanabilirsiniz. Bir de zeytini peperoncino ile zeytinyaginda kizartmayi tavsiye ederim..sabah kahvaltisinda mukemel bir istah acici olacaktir.

Italyanlar sabah kahvaltida cappuccino, diger vakitlerde ise espresso icerler. Espressonun cappuccinodan tek farki sade olmasidir. cappuccinoda ise sutun kremasi espressoya ilave edilerek sutlu kahve misali bir kahve yapilir. Italya`daki cappuccinonun tadi nedense bana daha guzel gelir. deneyin belki siz de bana hak verirsiniz.

Italya`ya birkac seyahatte grev yuzunden baska havaalanlarina inmek zorunda kaldik.Italya`da isciler grevi cok severler. Havalani iscileri ise bu konuda liderdir. Milano ucaginin Genova`ya indigi cok gorulmustur.Oradan sizi otobuse bindirir ve Milano`ya getirirler. Kaybettiginiz zaman ise cabasi.

Bir keresinde Montecattini kasabasindaki kaplicaya gitmistik. Bizim Yalova misali bu kasabada aksam vakti gittigimiz cafeleri halen daha unutamadim. o kadar guzel yerlerdi ki anlatamam..

Italya`nin sembolu olan Pisa kulesini unutmak olur mu hic? Kesinlikle gorulmesi gereken bir yerdir Pisa. Egik kulesi ile dunyanin ilgi odagidir ve bilimadamlari onu ayakta tutmak icin yuzyillardir calisma yapmaktadirlar.

Sonucta Italya iyisiyle kotusuyle hep ilgi odagi olmayi basarmis bir ulkedir. Ulkemizden de bircok tur sirketi cok ucuza turlar duzenlemektedir. Gitmenizde fayda var.

30.07.2002

Tokyo İzlenimleri – 2002 – Japonya

İstanbul’dan, Tokyo’ya THY ile direk uçuş 12 saat kadar sürüyor. Saat 17:30’da kalkıp, mahalli saat ile 11:30 civarı Tokyo’ya ulaşılıyor.

Tokyo Havaalanının ismi Narita. Vize işlemleri sonrası, bavulumuzu alarak LİMUZİN servise binip şehrin yolunu tutuyoruz. Limousine servis denilen olayı ben ilk başta bildiğimiz lüks araba servisi sanmıştım, çünkü 30 dolar kişi başı verildiğine göre mutlaka lüks birşey olmalıydı, fakat dışarı çıktığımızda kapıda gördüğüm bildiğimiz turist otobüsünü görünce küçük bir şok yaşadığımı belirtmemde fayda var. Japonya çok pahalı bir ülke, bunu asla unutmayın derim.

Havaalanı ile şehir merkezi arası ortalama bir saat sürüyor, genelde Tokyo trafiği oldukça kalabalık, İstanbul’dan alışkın olanlar için çok büyük sorun teşkil etmiyor tabii ki .

Otelimiz Shinjuku semtinde. Shinjuku şehrin en önemli bölümlerinden biri, alışveriş merkezi sayılıyor. Ara sokaklarda bile teknolojik ürünler satan marketler görebilirsiniz.

Alışveriş merkezlerinde dolaşırken dikkatimi cep telefonları özellikle çekti. Burada kullanılan telefonlar uzay çağı telefonları bize göre. düşünsenize renkli ekranlar, entegre dijital kameralı telefonlar, multimedia tüm özellikleri barındıran modeller vs vs. Biz bu teknolojiye sanıyorum 3-5 sene zarfında ancak geçebileceğiz, kızmayın ama 1995 yılında MD ÇALAR walkmanlar görmüştüm Tokyo ziyaretimde, Türkiye’ye henüz yeni yeni gelmeye başladı bunlar. Adamlar teknolojide çok ileri bunu kabul etmemiz gerekiyor.

Japonya’dan alışveriş yapanların en çok dikkat etmesi gereken nokta ürünlerin JAPONCA uyumlu oluşu. Mesela ben bir dijital kamera aldım, paketi açmadan Türkiye’ye getirdim, bir açtım , maalesef nasıl kullanacağımı bilemiyorum çünkü ekran ve yazılar hep japonca. kullanımı oldukça zor bu yüzden. Genelde iç piyasada satılan ürünlerin neredeyse hepsi, japonca, ingilizce opsiyon bile konulmamış..

Taksiye bindiğimizde gene teknoloji çıktı karşımıza. Şoför adresi bilmiyordu, işin ilginç tarafı gideceğimiz yer de bilinmeyecek bir yer değildi, düşünsenize adama Atatürk Kültür Merkezi Taksim diyorsunuz halen nerede acaba diye düşünüyor, ama Allah’tan onlarda teknoloji var ve o tip yol bilmeyen şoförlere bile yolu öğretiyor bu sistem. Olay şu.. bilgisayar ve uydu kontrollu monitör üzerinde aracınızın bulunduğu yeri görüyorsunuz. O anda nerede olduğunuz kolayca belli oluyor. Tüm şehir sokak sokak bilgisayara kaydedilmiş, siz gidilecek yeri ekrandaki harflerle yazıyorsunuz ve o yer ekranda görülüyor. Gerisi haritayı ve yolları takip etmekte. Teknoloji bu işte, bizim zavallı taksicilerimiz de telsizle birbirine anons yapıp şu adresi bilen varmı diye sormaya devam etsinler. Japonya’daki sistemin bir diğer avantajı ise, bir taksi asla kaybolamıyor. Merkezden kolaylıkla bulunduğu yer tespit edilebildiği için anında olaya müdahale edilebiliyor. Umarım bizde de birgün bu sisteme geçilecektir.

Japon insanı genelde çok nazik. Güleryüzlü. Bir yeri sorduğunuz zaman kapıya kadar çıkıp size yolu gösteriyorlar, bizde bazı vatandaşlarımız el ifadesiyle ve defol git dercesine adres tarif ederken sanırım Japonları çok anacağım.

Shinjuku’da dolaşırken ilgimi Türkçe Kursu çekti. Şehrin göbeğinde bulunan bu kurs sayesinde ilgilenen Japonlara Türkçe öğretiliyormuş. Bence bu kültürümüzü tanıtmak açısından çok önemli bir başarı. Bugün ingilizce bilen bir insan aslında ingiliz kültürünü de araştırmaya başladığının farkında bile değildir. Bir yabancı dil aslında o ülkenin reklamıdır. Ta Tokyo’da böyle bir olayın olması gerçekten mükemmel..

2003 yılı Japonya’da TÜRK YILI ilan edilmiş ve bu demektir ki, 2003 yılında Japon turist akımına uğrayabiliriz. Devletimizin bu konuda TV ve yazılı basın aracılığıyla Japonlarla daha iyi bir iletişim kurma yönünde eğitim vermesi çok faydalı olacaktır inancındayım. Onların en önemli özelliği GÜVEN duymaları. Birçok Japon ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerini söylediler. Onlarda bir Turist Felsefesi varmış. “Japonca bilen Türkler’den kaçın!” bu aslında ne acı bir olay. Kimbilir bizim üçbeş kelime Japonca bilen elemanlarımız neler yaptılar ki bu bir felsefe halinde Japonların diline düşebilmiş.

Japonlar, dünyanın en çok seyhaat eden milleti. Bir Japon’un, Japonya’da aylık gideri 3000-5000 $ civarındadır. Bu durumda yurtdışına çıkan bir Japon bu kadar çok para harcayamayacağı için doğal olarak para biriktirmeye başlayacaktır. Japonlar yurtdışında kaldıkları sürece PARA BİRİKTİRMEKTEDİRLER.. Bu noktaya çok dikkatle bakın. Pahalı bir ülke olduğunujn en basit özelliğidir bu.

Japon ekonomisi, Çin’in dev adımlarla büyümesi karşısında tek çareyi YÜKSEK TEKNOLOJİ üretmeyle aşmaya çalışmaktadır. İnsanlar her an üretim düşünmek zorundalar. Genelde insanlardaki hayatın zorluklarının getirdiği stres yüzlerinden belli olmaktadır. Her anlarını değerlendirmek zorundadırlar. Teknolojinin bu kadar hızlı gelişmesi ve rekabetin zorlukları Japonları biraz stresli hale getirmiştir. Bir yarışta en önde giden atlet daima en çok yorulandır, Japonya da şu anda o yorgun atlet pozisyonundadır. Japon Hükümeti, çözümün yurtdışına açılmakla çözüleceğini bildiği için, her ülkede yatırımlar yaptırma gayreti içindedir. Bir Japon için durmak , ölmekle aynı kefededir.

Japonya izlenimlerim şimdilik bu kadar…

Ülkemizin daha güzel yerlere gelebilmesi dileğiyle

Saygılarımla

30.07.2002

Japonya – Japonya

Japonya….Dunyanin en ilginc ulkelerinden ve kulturlerinden biridir. Adalardan olusan bu ulkenin kendine has bir psikolojisi vardir…Hayat denizle beraber baslar ve devam eder orada. Yemekler balik agirliklidir.

Japonya`ya ilk 1991 yilinda gitmistim. Istanbul`a faks gonderen Japon firma bizi Limuzin ile havaalanindan otele gidecegimizi yazmisti..Biz daha Tokyo gorunmeden havaya girmistik bile:))) Ucagimiz Hong kong`dan hareket etmisti… Ucakta ben walkman takmis muzik dinliyordum. Yanimda Hasan agabey bir ara bir hanim ile konusmaya baslayinca sasirip kulakligi cikardim kulagimdan…Hasan abim ingilizce bilmiyor ama nasil olur ki sakir sakir konusuyordu….kulak misafiri olunca Turk bayan oldugunu anladim…Kadin Hasan abiyi biyigindan tanimis ve Turkmusunuz? diyerek sohbete baslamisti:)) Simdi size belki ne var bundadiyebilirsiniz ama 1991 yilinda oyle pek Turk yolcu yoktu uzakdogu hattinda bugunku gibi.. Ilginc bir aniydi o bizim icin..Yol boyu sohbet ettik ..ve en sonunda indik Tokyo`ya….

Havaalaninda bizi bekleyen Limuzin`i aramaya basladik..Ama elimdeki faksi information bolumune gosterdigimde maalesef sok olmustum cunku Limuzin denilen Otobusten baska birsey degildi:))))) Megerse havaalani-otel transferi yapan bu tip otobuslerin genel adi limuzin imis:)

Tokyo havaalani ile sehir merkezi arasinda sakin aklinizdan taksiyi gecirmeyin bile…Herhalde hayatinizin en pahali taksi yolculugunu yasama zevkini yasarsiniz bu sayede…

Gecenin bir saatinde Otelimize ulastik..Otel demek ne kelime, saray sanki..Le Meridien Tokyo oteli..gecesi de 300 dolarcik..Ama diyebilirim ki kaldigim en guzel otellerden birisiydi bu otel….

Bulundugumuz semt Shinogawa idi. Sabah kahvalti sonrasi ticari gorusmemizi yaptiktan sonra ogle yemeginde ne yiyecegimizi sordular biz de balik dedik..ve gitik bir balik lokantasina… Once corba geldi..kabuklu midye corbasi…ittik kenara, yiyemedik ….ikinci olarak istakoz geldi…onu da yiyemedik…ucuncu olarak acaip bir balik geldi o da yenmedi… klasik ac karinla ayrilip lokantadan gidip hamburger bulup atistirdik…

Aksamustu dolasmaya ciktik…Tokyo kulesini gorduk, alisveris merkezlerini gezdik, dunyaca unlu Shinjuku markete gittik. Daha 1991 yilinda bugunlerde ulkemize yeni yeni gelmeye baslayan MD disketcalarlar vardi orada…Insanlar robot yapiyorlardi parcalarini satinalip… Bosuna demiyorlar Japonya teknoloji devi diye…Insan orada daha iyi anliyor bunu…

Sokaklarda dolasirken ilgimi ceken sey herkesin SUMO gures musabakalarini kacirmamasiydi..Insanlar transa gecerek seyrediyordu bu maclari…Dev ekranlardan veriliyordu maclar… Biliyorsunuzdur sumo gurescileri halk arasinda cok seviliyor Japonya`da…

Japonya boyle cok gelismis bir ulke olarak dunyada adini duyururken ilginc tezatlar da olmuyor degil…Mesela dunyaca unlu Tokyo metrosunda evsiz insanlar gordum..Karton kutular icinde yasiyor bu insanlar…

Japonya`da hayat gercekten cok pahali..Dunyanin en cok gezen insanlari Japonlar ve bunun nedenlerinden birisi de seyahat ederek para biriktirmeleri.. Bir japon`un yurtdisinda harcamalari yurticinde harcamalarina gore daha az tuttugu icin para biriktirmek icin yurtdisinda kalmayi tercih ediyorlar. Bu da gercekten ilginc bir nokta bizim icin..

Japonya`da bircok kacak Turk iscisi mevcut. Pasaportunuzda Fatsa dogumyeriniz ise biraz zor girersiniz Japonya`ya cunku yakalanan neredeyse kacak iscilerimizin bircogu bu yore insani oldugu icin Turklere vize olmamakla beraber Fatsalilara var:)))) Birkac arkadasimi geri cevirdiklerini hatirliyorum…

Alisveris yaparken buyuk bir alisveris merkezinde ilgimi ceken bir seyle karsilastim. Cok pahali bayan kiyafetleri satan bir yere gitmistik. Bir etegin etiketine baktim, gozlerim faltasi gibi acildi…Made in Turkey yaziyordu..Hayatimda bu kadar sevindigim ve mutlu oldugum nadirdir.. Gururlandim ….

Japonlar uzakdogulular tarafindan 2. Dunya savasindaki saldirilarindan dolayi fazla sevilmiyorlar. Bunun yaninda uzakdogu ulkelerinin neredeyse tamamiyla ticari iliskiler icinde olan Japonya`yi elden kacirmamak icin de ellerinden geleni yapmaya calisiyorlar…Seyrettigim bircok Cin filminde konu Japon dusmanlara karsi kazanilan zaferler uzerine idi…

Tokyo sokaklari acaip kalabalik oldugu icin insanlar sokaklarda hizla yururken birbirine carpmamak icin ilginc bir bulus yapmislar..Elleri ile gidecekleri yonu isaret ederek size carpmamaya calisiyorlar.. Kafasi onunde giden bir Japon`a carpmamak icin elinin isaret ettigi yone dikkat etmeniz yeterli oluyor.

Metroda giderken ilgimi ceken bir konu genclerin neredeyse buyuk bir bolumunun cizgi romanlar okumasiydi..Ansiklopedi kalinligindaki bu cizgi romanlari bircok gencin elinde gordum.. Bizim Teksas Tommiks romanlarina benzemiyor bunlar cunku hep uzaylilar hep olaganustu guclerin savasi uzerine bu kitaplar…Unutmadan Pokemon cilginligi da Japonlardan geliyor…

Japonya seyahatlerimden birinde cocuklarin bayramina denk gelmistim..Bu bayram 3-5-7 yas cocuklarin bayrami sayiliyor ve anneler kimonolariyla cocuklar da kimonolariyla dolasiyordu sokaklarda..goruntu gercekten cok sevimliydi..

Japonya`da yasam kolay degil..Evler cok pahali, Ziyaret ettigim bir arkadasin evi 45 m2 idi. Bu arkadas zenginlik bakimindan oldukca zengin olmakla beraber Japonya ev fiyatlarinin astronomik olmasi yuzunden boyle bir evde oturuyordu. Hatta Japon arkadaslarimdan birisi su anda Istanbul`da yasiyor ve geri donmeyi dusunmedigini soyluyor Tokyo`ya.. Insana ilginc geliyor..Bizi teknolojide onlara ulasma hayalindeyiz, onlar insan olduklarini anlamak icin Turkiye`ye geliyorlar… Galiba bazi seyleri hicbir zaman anlayamayacagiz…

Japonya gercekten ilginizi cekecek bir ulke…Bir cok konuda hayat felsefenizi degistirecegine eminim…

30.07.2002

Amerika Vizesi İle Alakalı – Amerika

T.C.Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracat Genel Müdürlüğü’nden alınan bir yazıda, Dışişleri Bakanlığı’nın yazısına atfen; A.B.D’ye seyahat edecek kişilere daha iyi hizmet verilebilmesini teminen, 3 Nisan 2003 tarihi itibariyle Ankara’daki Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği Konsolosluk Şubesi’nin ve İstanbul’daki ABD Konsolosluğu’nun resmi amaçlı ziyaretler dışında, vize müracaatlarını doğrudan kabul etmeyeceklerinin bildirildiği ifade edilmektedir. Anılan yazıda devamla, sözkonusu uygulama çerçevesinde, göçmen veya göçmen olmayan vize müracaatında bulunmak isteyen kişilerin önce herhangi bir İş Bankası Şubesi’ne 16 ABD Doları veya bu miktara tekabül eden Türk Lirası yatırarak kişisel bir kimlik numarası (U.S. Visa Information PIN Number) sağlamaları ve ardından (212) 340 44 44 no’lu telefonu arayarak randevu almaları gerektiği, anılan numaranın haftaiçi 09:00-20:00 saatleri arasında hizmet vereceği, müracaatçıların randevu saatinden beş dakika öncesinden on dakika sonrasına kadar içeri alınacakları, vize verilmiş pasaportların UPS kargo şirketi aracılığı ile müracaat sahiplerine ulaştırılacağı ve bu hizmet için pasaport başına 2 ABD Doları tutarında bir ücret tahsil edileceği belirtilmektedir.

27.01.2004

Amerika 2001 – Amerika

Amerika kimine gore dunya cenneti , kimine gore firsatlar ulkesi, kimine gore dunya jandarmasi, kimine dusman, kimine dost falan filan derken herkes icin birseyler ifade eden bir ulke. Senelerden beri bircok arkadasimin gerek okumak icin gerek calismak icin gittigi bu ulke hakkinda tabii ki bircok seyler ben de duymustum. Ama insanin kendi dunya gozuyle gormesi cok daha farkli oluyor tabii ki.,

Amerika hakkinda ilk ilginc hatirladigim Kolej Hazirlik okurken arkadasim Erdinc`in 82 yasindaki gemici dedesinin defalarca Amerika`ya gittigi ve mukemmel Amerikan ingilizcesi konustugu idi. o donemlerde yurtdisi demek zaten bizim icin herseydi.

Lisedeyken okulumuza ROTARY EXCHANGE STUDENT yani rotaryen cocuklarinin baska ulkelerde diger rotaryen ailelerin yaninda kalma ve o ulkeleri tanima firsati sayesinde birkac Amerikali arkadas tanima firsatimiz olmustu. Bunun yaninda okulumuza gelen cesitli misyoner Amerikalilari unutmadan da gecemeyecegim tabii ki.

Lise sonrasi arkadaslar orada okumaya gitti universitelerde. Onlardan aldigim bilgiler hep ilginc gelirdi.

Derken en sonunda firsatini bulunca ben de bu YENI DUNYA seyahatine baliklama atladim dogal olarak.

Los Angeles ve New York`a yaptigim bu seyahat sonucta orada senelerce yasayan arkadaslarin yasadiklari yaninda cok yuzeysel olacaktir, ben sadece kisa zaman diliminde gozumden kacmayan noktalara burada deginecegim.

Herseyden once Amerika vizesi ile alakali bir bilgi verecegim. Amerika vizesi almaya gittigimde sadece kisa bir mulakat sonrasi vizeyi aldim ama daha once giden arkadaslar orada sinirdan donderebildiklerini soyleyince cok sasirdim, nitekim Los Angeles Havaalaninda giriste polis ne icin gittigimi , kac gun kalacagimi sordu, son olarakta emin olmak icin kartvizitimi istedi, sonra da buyurun dedi. eger o sordugu sorulara istedigi sekilde cevap veremeseydim herhalde Amerika maceram orada baslayip son bulabilirdi. Bu noktaya lutfen dikkat edin ve her vize alanin Amerika`ya kesin girecegini de aklinizdan cikartin cunku o kadar cok siginmaci , o kadar cok gocmen var ki , adamlara da hak vermemek elde degil.

Gelelim ikinci konuya , eger gideceginiz yere otobus yada baska vasita bilmiyorsaniz yani taksiye binecekseniz benim yandigim gibi yandiniz demektir. Havaalanindan otele 70 Dolar vermek zorunda kaldim taksiye.ve taksicilerle maceram maalesef hic bitemedi .Sadece bir Romen taksici insafli cikti o kadar taksi icinde ve mil hesabi ile odedim gidecegim yeri. Taksimetre turistler icin degil orada:))

Otele geldim ve ilgimi ceken bir notla karsilastim. Turistler icin guvenlik rehberi diyordu kagitta.Ilgimi cektigi icin yanimda getirdim, kisaca bizlere guvenlik uyarilarinda bulunuyor ve, pencereleri siki siki kapatin, kapiyi calan olursa gorevliyim dese de resepsiyona telefon acip onaylatin kimligini vs vs, bir an kendimi korkunc bir yerde sandim, kapiya kosup iyice kontrol ettim kilitleri:)) ne olur ne olmaz 🙂

Yemekler bize gore dogal olarak cok pahali ama ogrendigime gore cok ucuza yemek bulmak ta mumkunmus , onemli olan orayi iyi tanimak tabii ki. ben de tanimadigima gore..dogal olarak kazik yemeye musait bir potansiyel kisilik olarak yemek basina 30-40 dolar vermenin mutlulugunu yasadim . Isin ilginc tarafi tabaklar bizim tabaklarin iki kati dolu gelmesine ragmen nedense bir turlu yiyemedim, insanin galiba istahi kesiliyor fiyatlari gorunce:)))

New York sokaklarinda COOL zencileri izlemek buyuk bir zevk verdi bana hatta kiskandim ve ben de onlar gibi gece vakti gunes gozluklerimle dolastim sokaklarda..Ilginctir bir Allahin kulu da donup bakmadi, bu Amerika cidden OZGURLUKLER ULKESI galiba.

Sokaklarda insanlara baktim , dunyanin her yerinden her ulkesinden insanlar yasiyor bu ulkede. Rengarenk bir dunya. Cok ilginc geliyor bana. Her tur insan mevcut ve her birisi ayri bir dunyayi yasiyor ayni ulke sinirlari icinde. Her kosede farkli bir muzik dinliyorsunuz, lokantalar farkli farkli, magazalarda ne ararsaniz mevcut.

New York icin hep Cok Tehlikeli derdi arkadaslarim ama taksi soforlerine sordum hepsi sanki agiz birligi etmiscesine Hayir dediler, her yer zaten polis dolu, suc islemek artik eskisi kadar cok kolay degil ve New York artik daha iyi dediler. Gene de benim erkenden otele donmem icin yeterli bir etki degildi bu dedikleri:)

Amerika`da Turklerin en cok oldugu bolge New York ve bildiginiz gibi her sene TURK GUNU yuruyusu ve kutlamalari oluyor New York`ta.

Otelim hakkinda bilgi vermeden gecemeyecegim.Benim taksilerden o kadar kazik yemem tek neden internetten yaptigim rezervasyondur derim. Internette Manhattan`a 5 dakika mesafede diyordu ve bende dogal olarak 4 yildizli bu oteli secmis oldum. Ama gelin gorun ki bizim Bogaz koprusu misali bir tunelden gecipte Manhattan`a trafik olmadan 5 dakika surebilecek bu yer, daima trafik dolu oldugu icin taksicilerin gitmek istemedigi bir nokta oldugundan 50-60 hatta 70 dolar gibi astronomik fiyatlar vermek zorunda kaldim. Bir de New Jersey`de oldugu icin bu mukemmel otelim, farkli tarifeler gecerli oluyor . Size kesin tavsiyem gitmeden once cok iyi secim yapin, taksilere o kadar para vermektense neresi size idealse oraya enyakin 5 yildizli oteli secin hic degilse kaldiginiza degsin.

27.01.2004

Hong Kong – Hong Kong

Hong kong`da kilometrekareye dusen insan sayisi 512`dir. Bu rakam denebilir ki dunyanin en kalabalik bolgelerinden birisidir. Nufusun bu kadar kalabalik olmasi sonucunda da dogal olarak ev kiralari oldukca yuksektir. Her kosede yuksek binalar gozunuze carpacaktir. Hong kong adasi ve Kowloon yarimadasi artik binaya doydugu icin Cin sinirina dogru ilerleyen yeni yapilasma sonucunda NEW TERRITORIES denilen yeni yerlesim bolgelerinde yuksek apartmanlar kurularak insanlarin buralara yerlesmesi saglanmis.

Hong Kong`da ulasim olayi metro ile cozulmus sayilabilir. Ilk gittigim donemlerde heryere taksi ile giderken trafikte gecen zamanim daha fazla oluyordu. Daha sonra metronun sihirli gucunu kesfedince heryere ulasim daha kolay olmayta basladi. Hatta Kowloon ile Hong Kong adasi arasinda bile denizaltindan gecen metro oldukca ilgimi cekmistir. Bu metro 1960`larda insa edilmis ve toplam 3 tane ayri gecisi var. Bizim yetkililer de halen daha ucunce kopru tartismasi yapsinlar bakalim. Kesinlikle inceleyin yolunuz duserse. Hong kong`da 40 senedir kullaniyorlar ..Neresi tehlikeli oluyorsa….

Nathan caddesi daha onceki yazimizda da yazdigimiz gibi sehrin en guzel caddesi..Cin alfabesinin neredeyse butun harfleri cadde boyunca rengarenk guzellikleriyle gozunuzu kamastiracaktir. Dunyanin bircok unlu markasini bu caddede bulabilirsiniz. Caninizin sikilmayacagi hos bir cadde inanin bana… Yue Hwa Cin mallari magazasindan Cin urunlerini almayi da unutmayin. Cadde boyunca 3-4 tane goreceksiniz bu magaza zincirinden….

Kowloon ile Hong kong arasinda Star Ferry denilen bizim Istanbul Vapurlarina cok benzeyen gemiler calisiyor. Pufur pufur esen Hong Kong bogazinda insanin `Istanbul`da olmak vardi` sarkisini mirildanmasi da cok guzel oluyor hani… Yalniz dikkatimi ceken nokta su ki; Hong kong`da deniz cok kirli. bizim bogazda oldugu gibi hizli bir akinti olmadigindan olacak, deniz suyu camurlu.

Para bozdurmayi dusunuyorsaniz exchange burolari Nathan Caddesi uzerinde sizi bekliyor. Ama size tavsiyem her onune gelen yerde bozdurmayin. Ozellikle Kowloon Camii civarinda pasajlarda diger yerlere nazaran daha yuksek fiyata bozdurabilirsiniz. Benim tavsiye edecegim yer Holiday Inn hotelin hemen yaninda bulunan Pasajda Hintlilerden bozdurun. En iyi fiyatlari burada bulacaksiniz.Eger bozduracaginiz miktar 500 dolar ve uzeriyse son sansinizi deneyin ve en son kaca bozdurabileceklerini bir iki tanesine sorun. Bazen bu ise yariyor.

Hong Kong Kultur Merkezi, Star Ferry duraginin yanibasinda ve Hong Kong`un en guzel gorundugu noktalardan biri. Ozellikle aksam vakti denize yansiyan Hong kong isiklari cok hoz bir goruntu saglayacaktir. Genellikle Hong kong resimlerinin neredeyse yuzde 90`i bu noktadan cekilmektedir..Benim cektiklerim de dahil olmak uzere:)))

Hong kong insani genellikle asik suratlidir. Bunun nedeni cok stresli ve hareketli bir yasamin olmasi..Cin`e gecmedne once de degisik degildi insanlarin asik suratliligi. Sokaklarda caddelerde gulumseyen insan gormeniz cok zordur. Bizim hayat standartlarimizin cok uztunde olmalarina ragmen insanalrin mutsuz olmasi her zaman ilgimi cekmistir. Hatta Turkiye`ye gelen misafirlerimin de bu nokta ilgisini cekmisti. Siz bizden fakirsiniz ama daha mutlusunuz nasil olur? diyorlardi…Ilginc bir ozelligimiz olmali bu:))

Hong Kong`da 100 sene yonetimi elinde bulunduran Ingilizler degistirilecek ne varsa degistirmisler sistem olarak. Kibris`a gideniniz varsa Hong kong ile ayni ozellikleri hemen farkedeceklerdir. Emperyalizmin kalesi Ingilizler her yerde oldugu gibi burada da izlerini birakmadan gidememislerdir maalesef.

Mongkok semti Nathan caddesi uzerindedir ve burada Women`s market denilen gece marketi kurulur aksamustu ve gece yarisina kadar burada kiyafet, oyuncak, kaset,CD, hediyelik vs gibi urunleri sokakta kurulan pazardan alabilirsiniz. Fiyatlari oldukca uygundur ve sirf renk cumbusunu gormek icin gidin derim. Mongkok`ta Mongkok Computer Centre vardir ayrica ve benim hit noktamdir. Her gittigimde kesinlikle ugramadan gecemem..Yeni cikan bilgisayar urunleri, laptoplar, PDAler CDler daha neler neler, kacirmayin..Mongkok kus pazarida ilginizi cekecek yerlerden biridir. Bizim Eminonu`ndeki Cizek Pazari gibi bir yer ve kussevenlerin kacirmamasi gereken bir nokta…

Cin lokantalarina gidenler bilir Pekin Ordegi ana menudedir.. Hong kong`da her kose basinda ordek ve domuz lokantasi mevcuttur. Ordekleri asarlar vitrine, nar gibi kizarmis bir sekilde., cok ilginc durur ordekler, insanin istahi acilir.. Birgun bir Hongkong`lu arkadastan rica ettim beni goturdu.. Sistem soyle.. Elinizi rahatlikla kullanabiliyorsunuz. Kemikleri masaya birakiyorsunuz. temizlik o kadar onemli degil.. Rahatca yedikten sonra ustune de Cayli Kahve icmeyi unutmayin. Sistem boyle arkadaslar ben gordugumu soyluyorum:))

Cinliler icin domuz en fazla tuketilen et turu, bunun nedeni ise domuzun cok cabuk uremesi ve kolay beslenebilmesi. Bu nedenle kalabalik cin nufusu icin oldukca iyi bir cozum olarak secmisler domuzu, her kosede her lokantada domuz urunleri satilmakta…Eger domuz eti istemiyorsaniz garsona `BU CI ROU` demeniz lazim.Umarim anlayacaktir:)) cunku cince o kadar genis bir dildir ki bu soylediginiz Pekin Cincesi oldugundan diger bolgelerde telafuzu farkli olacaktir ama genelde bunu soylediginizde anlayacaklarini umuyorum.

H. Kong Tarihine Kısa Bir Gözatalım…

*- Hong Kong 150 sene önce sadece bir ada idi. Kendi çapında balıkçılıkla uğraşmaktaydı insanlar burada….. 1839 yılında İngilizlerin adaya saldırmasıyla başlayan AFYON SAVAŞI 1841 yılında İngiliz sömürgesi oluncaya dek sürdü..Savaşın bitmesi ile tarihte epey ünlü olan NANJİNG Antlaşması 1842’de imzalandı iki ülke arasında…. İngilizler o dönemde Afyon ticaretinden büyük paralar kazanmaktaydılar.. Çinliler için ise Hong Kong pek önemli bir liman değildi o zamanlarda… Afyon kullanımı ise epey fazlaydı Çinliler arasında. İngilizler Hong Kong’a epey yatırım yapmışlardı ve kaybetmeyi de hiç istemedikleri için, 9 Haziran 1898 yılında güçsüz bir anını yakaladıkları Çinli yöneticilerden Hong Kong adası ve yanı başındaki Kowloon yarımadasını Çinlilerden 99 seneliğine çok düşük bir meblağ karşılığında kiralamayı başardılar…Çinliler için ise Uluslararası bu antlaşmaya uymaktan başka çare olmadığı için 1997 yılına kadar beklemekten başka yol kalmamıştı.

Her geçen gün ticari liman olarak önemi artan ve İngilizlerin de özellikle yatırımlarla desteklediği Hong Kong tabii ki uzak doğunun Avrupa ile kontak noktası olmayı çok kolay başaracaktı.

*- 1997 yılında büyük törenlerle İngilizlerden Çinlilere geçen Hong Kong’da muhteşem kutlamalar yapıldı ve günlerce dünya televizyonlarından naklen yayınlandı kutlamalar.

Çinliler için Hong Kong öylesine güzel bir zamanda geri gelmişti ki, eğer 10 sene evvel geri gelseydi Çin’de kesinlikle eşitlikçi komünizm patlamayla cevap verirdi bu kapitalist kent-devletin gelişine.Oysa Hong Kong Çin’in kapitalizme kapılarını açmaya başlamasından sonra geldi ve üstüne üstlük en koyu Çinliler bile şapka çıkartıp alkışladılar bu olayı.

Aklıma bir soru geliyor…..Acaba Çin, Hong Kong 1997’de geri gelince ülke çalkalanmasın korkusu ile bu kapitalizme yumuşak geçişe hız vermiş olabilir mi diye…Bilemiyorum tabii ki kesin bir cevap ama neden olmasın ki?

Alışveriş Cenneti..

*- Hong Kong tam bir alışveriş cenneti…Paranız varsa cebinizde harcamaya doyamayacağınız bir yer burası…Ben her seyahatte alışverişimi Hong Kong’a saklarım…ve oradaki alışveriş içinde hep para ayırırım aylar öncesinden. Gitmeden anlatılması mümkün değil bu duyguyu…Her yer kocaman department store ile dolu… sokaklar turistik eşyadan geçilmiyor..Eşiniz ile gitmenizde sakınca var beyler ona göre …..Cüzdanınızın boş gelmesini istemiyorsanız tabii ki…

30.07.2002 

Tahran – İran

TAHRAN
THY ile gece yarısı saat 11:05’te kalkan uçağımız, mahalli saat ile 02:30’da Tahran’a indi.. Uçağa binerken saçları açık olan tüm bayanlar inerken saçlarını yarım yamalak örtmüşlerdi. İran’da tüm bayanların Müslüman olsun olmasın saçlarını kapatmaları gerekiyor.
İran’a girişte vize istenmiyor. Türk vatandaşları rahatlıkla giriş yapabiliyor İran’a vizesiz. Bavullarımızı aldıktan sonra çıkışta basit bir taksi sistemiyle karşılaştık önce. Taksilerde taksimetre yok ve pazarlık yapıyorsunuz gideceğiniz yere. Yanımızdaki İranlı arkadaş sayesinde hiç sıkıntı çekmeden bir taksiye bindik ve 5 yıldızlı AZADİ OTEL’e geldik. Otelin kapı fiyatı 175 USD. Bu maalesef gerçekten gecelik fiyatıymış otelin. Hayat standartlarının çok ucuz olduğu bilinen bir ülke için bu fiyatlar gerçekten astronomik kaçıyor aslında.

Azadi Otel, Şah zamanında inşa edilmiş bir otel, o dönemlerde Hilton Otel olarak kullanılan bu otel, devrim sonrasında Azadi Otel adını almış ve devlet tarafından yönetilmeye başlanmış. Odalarda eski lüks sistemin kalıntıları halen mevcut ve fazla yenilik yapılmadığını hemen görebiliyorsunuz devrim sonrasında. Otelin o dönemlerde genişlemesi için hazırlanan yan üniteler de öylece yarım kalmış ve inşaatlarına bir çivi çakılmadan öylece harap bir şekilde otelin yanı başında duruyorlar. Diğer köşede bir havuz kalıntısı duruyor, o da kapatılmış ve harabe haline gelmiş…Bu arada bir tane de cami kalıntısı duruyor otelin diğer tarafında.. Onun neden bitirilmemiş olduğunu anlayamadım şahsen.

Sabah şehir merkezine doğru yola koyulduk. Taksiler her istenilen yere götüremiyor Tahran’da sizi. Şehir bölümlere ayrılmış ve izni olmayan taksi öteki bölümlere giremiyor. Parsel parsel bölünmüş kısımların girişlerinde polisler bekliyor ve istedikleri araçları durdurabiliyor ve ceza da kesebiliyorlar anında… Gideceğimiz alana izni olan bir taksiyi temin ettikten sonra KAPALI ÇARŞI’ya geldik. Kapalı Çarşı bizim Kapalı Çarşı ile aynı adı taşımakla birlikte altın alıp satılan bir merkezden öte, Mahmutpaşa, Tahtakale karışımı ama kapalı bir pazar alanı. İran ticaretinin merkezi burası ve tüm ülkenin esnafı buradan alışverişini yapıyor. Dükkanlar 3-5 m2 büyüklüğünde ve fiyatları 200-300 bin dolar arasında değişiyor. Bir normal işçinin 200 dolara çalıştığını göz önüne alırsanız bu fiyatların ne kadar yüksek olduğunu anlayabilirsiniz…

İran’a gelipte bir cami ziyaret etmemek olmazdı diyerek yakındaki bir camiye girdim. Kapıdan girişte herkes KERBELA TAŞI alıyor bir ya da iki tane. Bu taşlar çok büyük önem taşıyor çünkü İran biliyorsunuz Şii ve Şiilerde namaz kılarken Kerbela olaylarını anımsatan bu taşlara alnınızı secde ederken değdirmeniz gerekiyor. Kerbela toprağından yapılan o secde taşlarının her Şii Müslüman için bu nedenle önemi büyük. Namazı kıldıran hocaların kıyafeti televizyonlarda gördüğünüz MOLLA kıyafetlerinin aynısı. Sarıklar genellikle siyah renkte.

İran sokaklarında dolaşırken çok farklı bir ülkede olduğunuzu hissetmiyorsunuz. Nüfusun %30’u Türkçe biliyor, batı ve Kuzey İran’da Türkçe konuşanlar çoğunlukta ve çok sıkıntı çektiğinizde birileri Azeri şivesiyle yanınıza gelip yardımcı olabiliyor.

İranlılar bize çok benziyor sima olarak. Sanki Türkiye’de dolaşıyorsunuz gibi geliyor baktıkça yüzlerine. Tek farkları kadınların biraz daha kapalı görüntüsü, diğer taraftan yarı kapalı , altı kaval üstü şişhane görüntülü bayanları ülkemizde de gördüğümüz için yadırgamıyorsunuz görüntüleri. Anlıyorsunuz ki zorla yapılan her işlemde komiklikler ortaya çıkıyor. Nasıl ki bizim şapka kanunu ilk çıktığında Fransız kadınlarının taktığı üzüm salkımlı şapkaları bizim babayiğit erkeklerimiz taktıysa, İran’da da kadınlar zorla kapattırıldığı için göstermelik bir tül parçasını saçlarının sadece dörtte birini kapatarak hayatlarına devam ettiklerini görüyorsunuz. İnsanın içinde olacak her şey….

İran’a gelen yabancıların durumu daha ilginç bir konu. Düşünsenize hiç inancı olmayan bir Çinli bayan başörtüsü takmış, Hıristiyan bir bayan da başını yarım yamalak örterek dolanıyor etrafta….Yabancıları kapatmanın ne alemi var bu durumda? Müslümanların bile başını doğru dürüst örtmediği bir ülkede, Müslüman olmayanların örtüye zorlanması sizce ne kadar mantıklıdır?

İran’da açlık çekeceğinizi sanmıyorum, her gittiğim lokantada yediğim yemekler mükemmel lezzetliydi. Kebaplarını deneyin derim. Sultani Kebap harika lezzetli ve yanında verilen az safranlı pilav da güzel bir kombinasyon oluşturuyor.

Birbirini selamlarken İranlılar; “Selam Alaykum!” diyorlar, cevap veren kişi de aynı şekilde; “Selam Alaykum!” diyor. Kısaltma olarak “Selam!” diyenlere rastlıyorsunuz.

İnternet oldukça yavaş çalışıyor, her şey izleniyor ve çoğu siteye girmek mümkün değil. Telefon üzerinden internete bağlanıyorsunuz ve maillerinizi saatlerce alamıyorsunuz. Sabırsızsanız hiç internete girmeyi düşünmeyin İran’da…Sinir sisteminizi allak bullak edecek bir internet sizi bekliyor burada… ADSL yeni yeni başlamış ve herkes adsl sistemini bekliyor, 3 mb büyüklükteki bir dosyayı saatlerce süren bekleme sonucu çeken İranlılar için adsl şu an tek umut internet konusunda…

Dini inançlar konusunda epey benzerliklerimiz olmasına rağmen farklılıklarımız da gözden kaçmıyor. Daha ezan okunurken bu fark kendini göstermeye başlıyor. ALIYYEN VELIYYULLAH kısmı ezana eklenmiş İran’da. Hz. Ali’(RA)nin aslında gerçek peygamber olduğunu ama yaşı genç olduğu için Hz Muhammed (SAV)’e peygamberliği geçici olarak verdiğini, O’nun vefatından sonra da hakkı olan peygamberliği geri almak istediğini ama buna izin verilmediği ve savaşta şehit edildiği kabul ediliyor.

Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin arasında sadece Hz. Hüseyin (RA) ‘ı seviyorlar. Onu yüceltirken Hz. Hasan’ın adı bile görünmüyor ortalıklarda. Nedenini sordum, o savaşarak şehit olmadı diyorlar…O nedenle fazla sevmiyorlarmış.

İran’da şehitlik çok büyük önem taşıyor, her köşede şehit olan kişilerin resimlerini görebiliyorsunuz. Devlet kademesinde görev almak için torpil istiyorsanız ailenizden şehit olan birini göstermeniz çok kapıyı açmanızı sağlıyormuş.

Camilerde secde taşı kullanıyorlar. Bu taş daha doğrusu kilden yapılan yuvarlak taş Kerbela toprağından yapılıyor ve secdeye gidenler alınlarını o taşa değdiriyorlar namaz kılarken. Kerbela olaylarını da hatırlamış oluyorlar secde ederken.

Sokaklarda afişler her yerde… YA MEHDI, HERKES SANA MUHTAÇ yazısı çoğunlukta… YA FATIMA her yerde….YA HUSEYN yazısını da çok görüyorsunuz… Ama YA MUHAMMED birkaç yerde sadece….O da turistlerin geçtiği ana kavşaklarda göstermelik duruyor…Bir de yabancı ülkelere giden İranlı mollalar Peygamberimizi ne çok sevdiklerinden bahsediyorlar ama ülkelerindeyken o sevgiyi fazla hissettiğimi söyleyemeyeceğim.

İran’da maalesef halen Mut’a nikahının devam ediyor. Mut’a nikahı, İran’daki adıyla SIYGA NIKAHI halen tartışılan fakat Şii alimlerince kabul gören bir evlilik biçimi. Bu evlilikte erkek kadını seçiyor, belli bir zaman dilimi içerisinde evleniyor, kadının hakkı olan mihr miktarını ödüyor ve boşanıyor o müddet sonunda… Televizyonlarda nadir de olsa bu konuyu tartışmaya başladıklarını duydum, bazı şeylerin düzelmesini ümit ediyorum İran’da çünkü İslam inancına mal edilmek istenen bu nikah biçiminin her şeyden önce insan beynince kabul görmesi mümkün değilken dinimizde olması nasıl mümkün olabilir? Dinimizin mantık dini olduğunu her zaman söyler ve iddia ederim ama mut’a nikahını kabul etmem mümkün değil şahsen. bir şeyleri yapacaksanız bile İslam dinini ve Allah’ı bu işlere alet etmeden yapsanız daha iyi olmaz mı?

İran’da petrolün litresi 9 sent…yanlış duymadınız…9 sent..Bizde dolarlarla satılan petrol orada 9 sentten satılıyor. Bizim vergiler yüzünden onlarca kat fazla ödediğimiz benzinin 9 sentten satılabileceğini de İran’da görmüş oluyorum.

İran halkı yönetimin aksine oldukça misafirsever ve barışçıl bir tutum sergiliyor. Sokakta gördüğünüz insanlar hemen size dostluk gösteriyorlar, kimseden kaba bir hareket görmedim kaldığım sürece. Hatta gittiğimiz bir halıcıda tanıştığım bir mühendis akşam yemeğine evine davet ettiğinde cidden neredeyim ben diye sormadım değil hani.. Bizde Anadolu köylerinde devam eden misafire değer verme geleneği orada Tahran gibi bir kalabalık şehirde halen devam ediyor.

İran’da alkolsüz bira her yerde satılıyor. Hatta çok dindar arkadaşlarımın çoğu da o biradan zevkle içiyorlar. Kutusunun üzerinde HELAL logosunu da koymuşlar ne diyebilirsiniz artık.. Fetvayı veren vermiş bir kere..Çaylar firmadan için durmadan misali….

İran seyahatimi genellemek istersem, birçok konuda yüzyılların verdiği bir yakınlığımızın olduğunu fark ettim. Ayrılıklarımızı bir kenara bırakmayı başarabilirsek çok güzel dost bir ülke olur İran bize. Ama önce şu dini dayatmalardan kurtulması gerekiyor İran’ın… Zaten zamanla bu yumuşama kaçınılmaz görünüyor. Zorla hiçbir şey elde edilememiş tarih boyunca çünkü.

İran insanı bizim gibi düşünüyor, bizim gibi davranıyor, bizi de seviyorlar halk anlamında.

Korkularınızı bir kenara bırakıp siz neden bir seyahat programı yapmıyorsunuz bu ilginç ülkeye?

25.09.2006

Innsbruck – Avusturya

Avusturya`ya 1997 yilinin ocak ayinda Tayvan isadami grubuyla gitmistim. Italya fuarindan cikip Almanya fuarina giden bu 25 kisilik isadami grubunun icinde tek Turk olma zevkini yasamak nasip olmustu bana. Grup olarak Italya fuari bittiginde ertesi gun otelin lobisinde bulusup, otobuse binip yola koyulmustuk.

Tayvanli grup derken bir notu araya sikistirmadan gecemiyecegim; Tayvan cok kucuk bir ulke olmakla beraber isadamlarini her konuda destekliyor. Yurtdisi fuarlarina gruplar halinde gonderiyor ve bu isadamlarinin en ucuza konaklamasini , gezmesini eglenmesini sagliyor. Birlikten kuvvet dogar sozu bu ulke icin gecerli. Mesela Italya Almanya arasindaki bu iki gunluk programda 250 dolar karsiliginda tum yol masrafi, yol uzerinde gidilecek tarihi ve turistik yerler, yemekler, oteller dahildi. Hayatta bu fiyata bu kadar islemi gerceklestiremezsiniz tek basiniza… Aklin yolu birdir derler…Bu adamlar akilli hareket etmeyi ogrenmisler …. Yol boyunca her durdugumuz sehirde yada kasabada Cin Lokantalarina goturduler…Adamlar baska yemek asla yiyemiyorlar. Ben de onlarin arasinda yemeklerden yiyebileceklerimi ve yiyemiyeceklerimi bastan anlatarak, yardimlarini istedigimi soyleyince grup halinde sunu yiyebilirsin, su yasak deyip sagolsunlar yardimci oldular… Ama tam iki gun boyunca sadece Cin yemeklerini yemekten inanin gina gelmisti bana…

Neyse gelelim seyahatimize…. Italya`dan otobusumuz Avusturya sinirina geldiginde ALP daglari bizi coktan karsilamisti bile…O karlarla kapli daglari seyretmenin zevki bir baska oluyor ..Her tarafta kayaklarla dolasan insanlar gormek mumkun, yolun saginda solunda eski satolar ihtisamlariyla karsinizda duruyorlar…

Yolumuz uzerinde dunyaca unlu Svarovsky kristal fabrikasinda mola veriyoruz ve fabrikayi geziyoruz. Burada kristal urunlerini satin almaniz mumkun. Oldukca guzel urunler var tabiiki fiyatlari da bir o kadar guzel….

Aksamustu Innsbruck`e variyoruz.. Innsbruck Kis Olimpiyatlarinin yapildigi bir sehir. Arkasini yuksek Alp daglarina dayamis bu sehrin kendine has bir sevimliligi var. Hava serin fakat insani rahatsiz etmiyor. Otele yerlesiyoruz. Holiday Inn oteli kesinlikle iyi bir secim. Geceyi deliksiz bir uyku ile gecirdikten sonra sabah kahvalti sonrasinda Almanya`ya dogru yolumuza devam ediyoruz.

Avusturya`da Almanya`da oldugu gibi Turk vatandaslarimiz epey mevcut. Zor bir durumda kalirsaniz yardiminiza kosacak bir Turk vatandas bulmaniz zor degil.

30.07.2002

Plovdiv – Bulgaristan

Bulgaristan`a, bizim firmalardan birinin fuara daveti icin gitmistim. Otobusle gitmem gerekiyordu cunku Plovdiv sehrinde olacakti bu fuar. Aksamustu ciktik yola ve Edirne Kapikule`ye geldik. Otobusten indirdiler bizi, bastan asagi otobustekileri bosalttik. once Turkiye`den cikis sonra da Bulgaristan`a giris yaptik. Saatler surdu tabii ki bu islemler. ve gece yarisi, sabaha dogru otele attim kendimi…

Bulgaristan 8 milyon nufusuyla istanbul`dan bile kucuk bir ulke. Konusulan dil Bulgarca. Turk nufusu yuzde 9`u olusturmakta. Nufusun cogunu Bulgar Ortodoks Hristiyanlar olusturuyor.

Plovdiv, Osmanli ismiyle Filibe, kucuk ve sevimli bir sehir, Maritza yani MERIC nehri kenarinda kurulmus. Her kosede Osmanli hamamlari ve cami kalintilari bulunuyor. Osmanli egemenliginden kurtulduktan sonra Turk eserlerinin cogunu yikmis ya da ahir olarak kullanmislar. Bunu bir donem yonetimde bulunan komunistler daha fazla yapmis ogrendigime gore. Ve isin ilginc tarafi Bulgarlar komunistleri sevmiyor.

Bulgar kulturu bizden cok farkli degil. Ozellikle yemek kulturu olarak fazla bir fark goremedim, sadece domuz etini eklemisler bizim stillere. Lokantalarda yemek bulmakta zorluk cekmiyor insan. Ozellikle PACA Corbasini tavsiye ederim.

Eskiden Bulgarlar neredeyse butun mallarini Turkiye`den alirlardi. Maalesef ulkemizde ciddi ticaret politikasi olmadigi icin artik bu musterilerin cogu ya Dubai`den ya da direk Cin`den aliyorlar mallarini. Kucuk esnaf icin de zaten Turkiye`ye az bir mal almak icin gelmenin bir cazibiyeti kalmadi artik. Dubai bir aralar ozel ucaklar kaldiriyor ve havaalaninda ucaklardan ucret almiyordu, oysa bizimkiler havada ucandan bile vergiler aldigi icin tacirlerin bizden uzaklasmasina neden oluyorduk. Bu gibi basit basit hatalarin bize cok zarari oldu, iyi bir musterimizi maalesef kaybettik.

Plovdiv`de gezerken eski BULGAR KOMITACILARInin evlerini gosterdi arkadaslar. Onlar icin kahraman bizim icin capulcu sayilan bu insanlarin evleri tipik Osmanli evleriydi. Bir an icin 100 sene oncesi canlandi gozumun onunde.. Osmanli`nin son yillarini ve her kosesinden ozgurluk kivilciminin nasil sikintilarini yasadiklarini anlamaya calistim.. Kolay degil, 600 sene birlikte yasayan insanlarin kisa bir donem icinde birbirine dusman olup , savasmalari ….

Plovdiv`e kadar gelmisken Sofya`ya ugramadan donmek olmazdi tabii ki ve bende oyle yaptim ve Sofya`ya da ugradim. Plovdiv bana nedense daha sevimli geldi diyebilirim.

Bulgaristan ekonomisi son yillarda buyuk sikintilar yasamakta. Calistigimiz firmalarin cogu artik maalesef gelemiyecek kadar fakirlesmis durumdalar. Nufusun buyuk bolumunu fakir kesim olusturuyor , emekli maaslari insanalrin karnini doyurmaya bile yetmiyor. Insanlar Bulgaristan`dan kacma planlari yapiyorlar. Isin ilginc yani ise Avrupa Birligi 2001 yilindan itibaren Bulgar`lara Avrupa`da rahat dolasma izni cikartti. Bundan sonra Avrupa`da Bulgar aileleri daha fazla goreceginize simdiden emin olabilirsiniz.

Bulgar polisinin rusvet meraki yuzunden bizim Yugoslav musterilerde gelemeyecek durumdalar. Her koli basina standart fiyatlar aliniyor Bulgar sinirindan gecerken, isterseniz vermeyin… Insanlarin Turkiye`ye neden eskisi kadar gelmediklerini yetkililerimiz otursalarda keske bir dusunseler… ve de cozum dusunseler boyle olmazdi saniyorum.

Bulgaristan, rahmetli Turgut OZAL doneminde epey populer olmustu, nasil olmasin ki, komunizmin dagilmasiyla rahatlayan ulkede bulunan Turkler ANAVATANa donme umudundaydilar ve o donem Naim Suleymanoglu`nun ulkemize gelisinin bizdeki mutlulugunu hatirlayanlar bilir ancak. Bulgaristan gocmenlerimiz akin akin, trenlerle otobuslerle gelmislerdi anavatanlarina..ne hayallerle:)))) simdi de Bulgar vatandasligina donmek isteyenler cogalmis diye okudum gazetede…Ne de olsa artik Bulgar vatandaslari Avrupa`da rahatca dolasabilecekler ya:))))

27.01.2004