Hülya ile Gül aşkın kenti Paris’ten yola çıktılar. Şatolar bölgesinde Ortaça’dan günler çalıp, krallarla arkadaşlık kurdular. Normandiya’nın upuzun kumsallarında gün batımında med-cezir rüyası, Mont St. Michel’in mucizesi, martıların şarkıları, yemyeşil nehir kıyıları ve çiçeklerle bezeli şirin kasabalar onlara yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Şimdi sıra sizde!
—————————————–
Işıltılı bir Paris gecesinde, Seine kıyısından başlıyoruz rüya gibi bir yolculuğa. Louvre’un önündeki cam piramit ay ışığıyla oynaşıyor. Louvre’un arka bahçesine kocaman bir lunapark kurulmuş. Atlıkarıncalarda çocuklar neşeyle dönüyor. Dev dönmedolap herkesi Paris göklerine çıkarıyor. Saint Michel yolundaki, trafiğe kapalı ahşap köprünün üstünde gençler gece pikniği yapıyorlar. Kareli battaniyeler, havlular serilmiş, şaraplar açılmış, peynir tabakları, salkım üzümler, kahkalar, öpüşler, şarkılar… İnsan hemen aralarına karışmak, romantik bir Fransız filminin aşık kadını olmak istiyor. Eiffel Kulesi her saat başı elmas şıkırtılarıyla göz kamaştırıyor. Eiffel’in etrafındaki parklar, meydanlar, havuzbaşlarında adeta büyük yaz şenliği yaşanıyor. Sokak müzisyenleri neşeli şarkılar söylüyor, renkli etekleriyle dönerek dans eden Mısırlı dans dansçılar rüyamıza egzotik renkler katıyor, Paris’te son yaz günleri sanki büyük bir karnavalla kutlanıyor. Ama bizim yolumuz uzun. Sıcak bir Paris sabahını arkamızda bırakıp, Şatolar bölgesine doğru masalsı bir yolculuğa çıkıyoruz…
İlk gün Loire Nehri boyunca yol alıyoruz. Yüksek çatılı köy evleri çıkıyor karşımıza, salkım söğüt ağaçlar sulara eğilmiş. Çiçekler içinde kasaba yollarından geçiyoruz, köprüler, su kuşları, kilise çanları, kuzucuklar, gül bahçeleri, sarıdan kırmızıya dönen yapraklar, muhteşem güzellikteki köy evleri, tepelere kurulmuş kocaman şatolar ve yüksek kuleler… Muhteşem manzaralar bizi ortaçağdan kalma bir masalın içine doğru sükunetle çekiyor. Rehberimiz Suzi ise bize geçtiğimiz yollar, bölge halkı, tarihi, gideceğimiz yerlerin zenginlikleri ile bilgilendiriyor. Suzi gerçekten de gördüğüm en mükemmel rehber. Hem çok bilgili ve entelektüel, hem de tüm bunları bize öylesine güzel hikayelendirerek anlatıyor ki, hepimiz çok keyif alıyoruz onu dinlemekten..
Şatolarda Ortaçağ masalları
Chambord Şatosu’nun kapısında, beyaz atlı Prens. Kırmızı pelerinini savurarak, vakur bir reveransla selamlıyor bizi ve görkemli ağaçların arasında atıyla dörtnala kayboluyor. Gerçek bir şatonun kapısından giriyoruz. Leonardo da Vinci’nin tasarımı sarmal merdivenlerden çıkarken, gizemli bir oyunun içinde kaybolacağıma inanıyorum. Kocaman salonlardan geçip mahrem yatak odalarına giriyoruz. Kasvetli elçi kabul odaları, büyük şömineli karar odalarına açılıyor. 16. yy’da 1.Françoise’nın yaptırdığı bu şato, Erken Rönesans döneminin en muhteşem örneklerinin başında geliyor. Süslü tavanlar, gotik kuleler, İon sütunlar, bulmaca gibi merdivenler, kapıları süsleyen 1. Françoise’nın amblemi alev püskürten semander kabartmaları çok boyutlu bir ortaçağ masalı yaşatıyor konuklarına. Beyaz atlı prense, şatonun kulesinden el sallıyoruz ve bir masaldan çıkmadan, bir başka şatonun muhteşem bahçesinde, tutkulu bir aşk hikayesine konuk oluyoruz. “Hanımlar Şatosu” olarak bilinen Chenonceaux Şatosu’nun, çiçeklerle bezeli Rönesans bahçesinde yürürken, karşınızdaki manzaranın kesinlikle bir masal kitabından fırlamış olduğuna inanıyorsunuz. Küçük balkonları, oval pencereleri, zincirli köprüsü, gümüş rengi kuleleri ile burada ancak bir masal prensesi yaşamıştır ya da Peri Padişahının güzel kızı. Şatonun altından, Loire Nehri’nin bir kolu geçiyor. Yani odaların, mutfakların, şıkırtılı avizelerle süslü görkemli salonların altından yüzlerce yıldır sular akıyor. Duvar süslemeleri, renkli kadifelerle süslü yatak odaları, armalı deri koltukları bir kadını mutlu edecek her ayrıntı, tutkulu bir aşkın izlerini taşıyor. 16 yy’da, 2. Henry büyük aşkı, güzel metresi Diane de Poitiers için yaptırmış bu şatoyu. Av Tanrıçası Diane’ye gönderme yapan tablolarda, aşık bir kadının tüm güzelliği, yüzlerce yıldır tüm ihtişamıyla hala parıldıyor. O tarihten sonra da bu şatoda hep Fransa Kralları’nın metresleri yaşamış. Zaten bu yüzden adı Hanımlar Şatosu ya.
Küçük bir köprüden geçip giriyoruz Amboise kasabasına. Şehrin adını taşıyan görkemli şato, tüm heybetiyle karşılıyor bizi ve kasabanın tenha sokakları 14 Lui döneminden bugüne uzanan bir tarihi geçit yaşıyoruz. Tepenin sonunda 14. Lui’nin yakın arkadaşı olan Leonardo da Vinci’nin sırlarla ve büyülü güzelliklerle dolu şatosu çıkıyor karşımıza. Devasa ağaçlarla dolu yemyeşil bahçede Vinci’nin tasarımlarından parçalar, insanın zihninde yepyeni kapılar açıyor. Bir kadın sesi, lirik bir arya söylüyor, kemanlar sanki geçmişten bugüne çalıyor. Vinci’nin el yazmaları, yaptığı icatların maketleri ve hayatının gizli ayrıntılarıyla dolu bu şatoda öyle yüksek bir enerji var ki, insan kesinlikle Vinci’yi ağaçlar arasında gördüğüne ya da bir anda pencereden baktığına yemin edebilir.
Bir kadeh şampanya!
Tours, tipik Fransız şehirleri gibi, tüm meydanları, pencereleri, sokak lambaları, kapı önleri ile çiçeklerle bezenmiş. Şehrin kalbi, eski kentin meydanında atıyor. Ahşap ve taşın birleşiminden yapılan muhteşem binalar, 16 yy başlarından beri olduğu gibi korunuyor. Öyle güzel bir mimarisi var ki şehrin, insan hangi köşe başına, hangi binanın penceresine bakacağını şaşırıyor. Oturuyoruz meydandaki küçük lokantalardan birine, geçmişle bugünün birbiri içindeki geçişlerini şaşkınlıkla seyrediyoruz. 22 kişilik bu turumuzdakileri yakından tanıdıkça, resmen şaşkınlık geçiriyoruz. Mesela Ankara’dan katılan İnci’nin dünya üstünde gitmediği bir Vietnam civarları kalmış, bir de Portekiz. Fitnat Hanım’la Firdevs Hanım ta liseden arkadaşlar. İkisi de bugün 82 yaşında ve turun en genç, en zarif, en şık iki hanımı. Onlar da gizli gezginlerden. Mersin Potur Lisesi Coğrafya Öğretmeni Ferit Bey’in öğrencileri çok şanslı. Çünkü Ferit Bey ülkeleri gidip görüyor, kültürünü bütün ayrıntılarıyla öğretiyor öğrencilerine.
Sakin ve huzur içinde bir başka kasaba olan Saumur’un meydan kafelerinde bir öğle yemeği molası verip, ardından Grenelles şarap mahzenlerinin serin dehlizlerinde muhteşem bir tura daha çıkıyoruz. Karanlık koridorlar, dev boyutlarda ahşap fıçılar, sürekli çevrilen binlerce şişeler… Burada şampanya yapını tüm ayrıntılarıyla öğreniyor ve nefis şampanyaların tadımını yapıyoruz. Bu mahzenlerin sahibi bir kontmuş ve tıpkı filmlerdeki gibi bir şatoda yaşıyormuş. Yolumuz üstündeki Langeais adındaki köyde ise, surları, minik pencereleri, kalkınca kapı olan zincirli asma köprüsüyle tam bir ortaçağ şatosuna giriyoruz. Köy ise minicik meydanı, su kenarındaki verandalı evleri, nilüfer çiçekleri ile sanki bu dünyaya ait değil. İnsan hayatını burada huzur içinde geçirmek için içinden dua etmeye bile başlıyor.
Gün Batımında Med-Cezir
Fransa’nın kuzeyine doğru çıktıkça, doğa adeta çıldırıyor. Yeşilliklerden, yüksek çatılı şahane evlerin gül bahçelerinden, çiçek tarlalarından gözümü alamıyorum. Atlantik Okyanusu kıyısındaki St. Malo, inanın dünyanın en güzel köşelerinden biri. Cıvıl cıvıl, çok renkli, çok hareketli ve bir o kadar da gizemli dokusunu koruyor. Marinadaki tekneleri arkada bırakıp, kenti çevreleyen surların büyük kapısından şehre giriyoruz. Laternacı kadın neşeli bir şarkı söylüyor, gençler kocaman dondurmalardan yiyip ortalarda piyasa yapıyor, balık lokantaları yavaş yavaş akşam hazırlığını yapıyor. Ara sokaklarda taş basamaklar, minik kafeler, şık butikler, neşeli barlarla dolu. Her meydanda sokak müzisyenleri konserler veriyor. Otelimiz ise kırmızı çiçekleri, camekanlı kış bahçesi dekorasyonu ile çok sevimli ve çok tatlı bir rüya adeta. Gün batımına yakın, surların arkasında kalan plaja gidiyor, kendimizi Atlantik’in tuzlu sularına atıyoruz. Karşımızda küçük bir ada, martılar kumsalda bizimle birlikte dolaşıyor. O kadar mutluyuz ki Gül’le ikimiz, sonsuza kadar burada yaşayabiliriz. Kumdan rengarenk deniz kabukları topluyoruz saatlerce, deniz kuşlarıyla şakalarımıza resmen gülerek karşılık veriyor ve güneş tam karşımızda çingene pembesi rengine dönüşerek yavaş yavaş batmaya başlıyor. Mutluluktan ölmek dedikleri bu olsa gerek. Ve gerçek bir mucizeye öyle hazırlıksız yakalanıyoruz ki, şaşkınlıktan resmen dilimiz tutuluyor. Evet, bir yandan güneş pembe pembe batıyor, öbür taraftan sapsarı ay parlıyor. Kumsal uzadı, sular gözümüzün önünde çekilip çok ötelere gitti, denizin içindeki bütün duvarlar bir anda açığa çıktı. Karşıdaki adaya resmen denizin üstünden yürüyerek gidiyoruz. Med-Cezir mucizesi ile huşu içindeyiz! Sabah gün doğarken koşarak geliyoruz sahile, deniz bizden önce gelmiş. Kumların üstü martıların ayak izleriyle kaplı. Kumsalda uyuyan gençler yavaş yavaş uyanıyor. Kesinlikle hayatımızın sonuna kadar burada yaşayabiliriz.
Mont Saint Michel Mucisezi
Normandiya kıyısındaki Mont. Saint Michel’in fotoğrafını yıllar önce bir dergide gördüğüm an aşık olmuştum oraya. Bir zamanlar hacı olmaya gelen insanların inançlı coşkusu içindeyim adeta. Küçük orta çağ sokaklarından, tepedeki kiliseye doğru tırmanırken, kendimi “Gülün Adı” filminin içinde sanıyorum. Öylesine gizemli ve gerçeküstü ki, inanılır gibi değil. Daracık merdivenlerden geçip, susmaya yeminli rahiplerin minik bahçesine çıkıyoruz. Kemerler, dev sütunlar, pencerelerden sızan gün ışığında hayal gibi duygular uyandırıyor. Kralların yemek odasında uçan bir halı, duvarlarda geçmişten gölgeler… Suzy St. Michel’in mucisini anlatırken, kolumdaki bilezik tak diye açılıp yere düşüyor. Bunun bir işaret olduğunu biliyorum ve karanlık köşedeki Meryem heykelinin önünde, bir mucizenin gerçek olması için St. Michel’e dua ediyorum. Med-Cezir saatlerinde surların dışında dolaşmak yasak, çünkü deniz dadikada 62 metre hızla geliyormuş. Ve sular geldiğinde burası resmen bir adaya dönüşüyor. Sizce de bu bir mucize değil mi?
Manş denizi kıyısındaki Trouville ve Dauville, birbirine küçük bir köprüyle bağlanan şık ve klas birer tatil şehri. Dauville’in yüksek çatılı muhteşem villaları ve Haute Couture butiklerle dolu sokakları insanın aklını başından alacak kadar güzel. Paris’li ve Amerikalı zenginler yaz tatillerini burada geçiriyormuş. Trouville ise yüzlerce balık lokantası, sayısız barları ve kafeleri ile tam bir eğlence merkezi. Akşama doğru otelin penceresinden görünen plaja koşarak gidiyoruz. Ama o da ne, deniz yok! Gerçekten de deniz iki km ötede ve her yer kumsal olmuş. Dubalar açıkta, çok çocuklu aileler, ıslak kumlar üstünde güneşleniyor, yemek yiyor, eğleniyor. Dalgaların kıvrım yaptığı izlerin üstünde yürüdüğümüze inanamıyoruz. Gün batmasına yakın, deniz gelmeye başlıyor. Her dadika bize bir dalga boyu daha yaklaşıyor. Ve bir saat içinde, iki km’yi aşıp önümüze kadar geliyor. Denizin üstü batan güneşin ışığı ile kıpkırmızı. Biz çılgınlar gibi kendimizi dalgaların üstüne atıyor, bu mucizevi güzellikleri yaşadığımız için durmadan şükürler ediyoruz. Martılar denizin üstünde çığlık çığlığa, balık kapma telaşında. Az önce karaya oturmuş tekneler, suların yükselmesiyle teker teker balığa çıkıyor. Gece yarısına kadar serin Manş sularından bizi kimse çıkaramıyor. Gece ise Jumbo karidesler, midyeler ve istakozlarla kendimize nefis bir ziyafet çekiyoruz. Meydandaki kumarhaneye girdiğimizde rulet masasındakiler bize; “Siz hangi ülkenin prenseslerisiniz” diye soruyorlar. Buradaki erkekler ne kadar da centilmen!
Etratet’de kalp hırsızlığı
Normandiya’nın yemyeşil yollarında gitmek, lirik bir şarkıyı söylemek kadar güzel. Emprestyonist ressamların şehri olarak bilinen Honfleur’ün rengarenk yüksek evlerine ışık öyle güzel vuruyor ki, Manet’nin, Sisley’in tablolarını hatırlıyor insan. Kıyıdaki tekneler, şık kafeler, ahşap gotik kilisenin incelikli güzelliği, sürprizlerle dolu sokakları, her bir adımda yepyeni güzellikler sunuyor konuklarına. Atlantik kiyısındaki Etretat ise bir başka mucize adeta. Kocaman çakıllarla dolu sahili, dev uçurumları, içi boş sivri kayaları, çiçek bahçesi içindeki villaları ile gerçekten de insanın aklını başından alacak kadar etkileyici. Viktor Hugo şiirlerini burada yazması boşuna değil elbette. Arsen Lüpen’in evini gezmek ise, insanda kalp hırsızlığında uzman olmanın yollarını öğretiyor desem inanır mısınız? Normandiya’nın tarihi başkenti rouen’de yüzlerce çan kulesi geçmişten bugüne adeta birer hatıra saçıyor. Rouen evlerinin mimari güzelliklerinin ise yeryüzünde resmen birer örneği daha yok. Jean Dearc uzun yıllar bu şehirde hapsedilmiş. Yakıldığı yerde ise bir küçük anıt ve onun adına adanmış, modern mimarisiyle göz kamaştıran bir kilise var şimdi. Paris’e dönüş yolunda, ünlü Versailles Sarayı’nı geziyoruz. Muhteşem bahçeler, heykeller, tavan ve duvar süslemeleri, Marie Antoinette’in yatak odası, Mozart’ın konser verdiği salonları ile Versailles, 14. Lui’nin şaaşalı hayatını bugün bile yaşatıyor. Son günümüz ve gecemizde yine Paris’teyiz. Deliler gibi alışveriş, nehir kıyısında romantik yürüyüşler, St Germen kafelerinde soluklanmalar, Eiffel karşısında Paris’e methiyeler düzmeler. Normandiya ve Bretanya şehirleri kocaman bir kase dolusu dağ çileğiydi, Paris’te üstüne kreması oldu. Cafe Tur bize mucizelerle dolu bir rüya sundu. Sizce böylesine bir rüyayı yaşamak için derhal yollara düşmeye değmez mi?
21.06.2004